Türk rejimi nereye gidiyor?
// Deutsch-Almanca //
// Erdoğan seçim mağlubiyetine rağmen halen her şeyi istiyor. Geçici AKP hükümeti Kürt hareketine savaş ilan etti. NATO ve AB Türk devletinin terörünü meşrulaştırıyorlar. //
32 aktivist gencin ölümü ve 100’den fazlasının yaralandığı Suruç katliamının ardından Türk rejimi daha keskin bir militarist çizgiye yöneldi. Geçici hükümet “Terör operasyonları“ kisvesi altında 24 Temmuz’dan itibaren bir çok şehirde agresif bir tutuklama dalgası başlattı. Şu ana kadar 1300’ü aşkın tutuklu bulunuyor. Yasaklı PKK’nin ve DHKP-C’nin yanısıra sosyal hareketlerden AKP karşıtları da bu dalgadan maruz durumdalar. Buna karşın sol güçlere karşı düzenlenen “cadı kazanını“ meşrulaştırmak kaygısıyla İŞİD’in sadece marjinal bir kesmi tutuklandı. Bu süreçte hükümet Kürt hareketine karşı açık bir savaş başlattı.
Esasen seçimlerden önce Erdoğan halkı tehdit etmişti: „400 milletvekili verin ve bu iş huzur içinde çözülsün.“ Lakin şeçimler 13 yıllık AKP iktidarına bir son verdi. Şeçim dönemindeki nefret propagandası ve provakasyonlar keza şeçim mağlubiyetini önleyemedi. Bu sebeple Erdoğan Kürt halkından intikam almak için askeri dalga başlattı.
Geçiçi AKP hükümeti
Her ne kadar AKP mecliste hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamamış olsa da, Cumhurbaşkanı Erdoğan şeçimlerden evvel Başbakan konumunda bulunan Ahmet Davutoğlu’na yeni hükümet kurulana veya erken seçimlere kadar hükümet kurma yetkisi verdı. Hükümet kabinesinde seçimlere girmemiş ve dolayısıyla milletvekili seçilmemiş kişiler bile bulunmaktadır. 1 Haziran 2015 tarihinde MHP’nin de dolaylı desteği ile AKP’nin adayı, eski Savunma Bakanı İsmet Yılmaz Meclis başkanlığına seçildi.
Koalisyon pazarlıkları zor gözükmekte ve erken seçimler olası konumda bulunuyor.
Şu anda AKP ile koalisyon görüşmelerinde bulunan tek aktör konumunda kemalist burjuva partisi CHP bulunuyor. CHP koalisyon hükümetinin kurulması için dış politikanın Suriye, Mısır ve AB’ye karşı “diplomatik“ ilişkiler temelinde değişimi, Erdoğan’ın görev bölgesine dönmesi, “barış görüşmelerinin“ mecliste sürdürülmesi ve 1982 cuntacı anayasasının değişikliliği gibi ilkeler öne sürdü. Gerek batı gerekse Türk burjuvazisi büyük koalisyonun kurulması için çağrı yapıyorlar. Fakat CHP’nin şartlarının Erdoğan için kabul edilir yanı bulunmuyor.
Bu sırada aşırı sağcı MHP her ne kadar ana muhalefet partisi rolünü üstlenmek için koalisyon hükümeti kurulma görevini CHP’ye devretmiş gözükse de, seçimlerin ardından şu ana kadar AKP’nin “stepnesi“ görevini görüyor. CHP’nin meclise getirdiği “terör olaylarının araştırılması“ için komisyon kurulması önerisi AKP ve MHP işbirliği ile reddedildi. Bundan dolayı AKP ile MHP’nin de facto koalisyonunun resmiyete geçmesi pek süpriz olmaz. Özellikle “barış sürecinin“ rafa kaldırılmasının ardından. Lakin böyle bir koalisyonun rejim krizini göz önünde bulundurduğumuzda uzun soluklu olması imkan değilinde değil.
“Barış süreci“ çıkmazda
Mart 2013 yılında kararlaştırılan ateşkes bu zamana kadar Türkiye’deki esas politik konu konumunda. “Barış sürecinin“ başlaması için kararlaştırılan ateşkes PKK’nin somut taviziydi. Gerek Türk burjuvazisi gerekse batıdaki emperyalistler bu insiyatifi selamladılar.
Lakin Türk egemen sınıfı için “barış sürecinin“ tek bir anlamı vardı: Kürt hareketinin tamamen tasfiyesi ve Kuzey Kürdistan’ın politik ve ekonomik tedbirlerle iç sömürge olarak muhafaza edilmesi. Dış politikada bu süreç Türk sermayesinin Kürdistan Bölgesel Yönetimine yayılması ve Avrupa Birliği’ne yakınlaşması açısından bölgesel güç olma çabaları için en uygun model teşkil ediyordu.
Türk hükümetinin barış retoriği bu sebeple sadece manevra anlamına geliyordu. Erdoğan ve AKP planları için en ufak bir tehlike sezdikleri anda, militarist bir retoriğe kayıyordu. Örneğin Kürt hareketinin İŞİD’e karşı başarılarının ardından Erdoğan tarafından deklare edilen tehdit gibi: ”Tüm dünyaya sesleniyorum: Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” Bu nefret propagandası sadece Rojava’ya karşı değil, aynı zamanda çıkışta bulunan HDP’ye karşı da uygulandı. Başbakan Ahmet Davutoğlu ile beraber Erdoğan HDP’nin meclise girmesini engellemek amacıyla seçim mitinglerinde HDP’ye karşı nefreti kökledi.
Lakin bu çaba başarısızlıkla sonuçlandı. Şimdi ise daha da agresifleşmiş şekilde bir sonraki çabayı görmekteyiz: AKP ve MHP işbirliği aynı zamanda HDP’ye karşı verilen savaşta gözükmekte. Havuz medyasının nefret söylemlerinin haricinde HDP milletvekillerinin dokunulmazlığı ve hatta partinin kapatılması gündemde. Bu dalga Erdoğan’ın bonapartlaşma çabalarının sürdürülmesi anlamını taşıyor. Bu tehlikeyi seçimlerden önce yazdığımız yazıda dile getirmiştik: “Bunun haricinde HDP’nin parlamentarist yönelimi, Erdoğan’ın bonapartistleşme amaçları doğrultusunda MHP ile görüşmelere başlamayacağını garanti edemez. Bu görüşme işçilere ve ezilenlere yeni saldırılar getirmekten başka bir kaygı gütmeyecektir. “
HDP ve Kürt hareketinin diğer aktörleri Türk devletinin “barış“ ile demokratikleşeceği yanılsamasına sahipler. Bu hem reformist hem ütopik çizgi “demokrasi ve istikrarın“ bayrağını tutabilecek kabiliyetine sahip olduğunu kanıtlamak amacıyla Türk burjuvazisinin dengelerini göz önünde bulunduran siyasi yönelime sahip. Örneğin seçim dönemimde hükümeti sarsan Metal işçilerinin grevleri ile HDP salt kaba sembolik dayanışma göstermişti. Daha fazlası HDP aşırı sağcı MHP ile bile olsa “barış görüşmelerinin“ müzakere masasında sürdürülmesi gerektiğini ve bu doğrultuda sorumluluktan kaçmayacağını belirtti. Özellikle seçimlerin ardından rejimin “istikrarı“ kaygısıyla TÜSİAD ile yapılan görüşme bize HDP’nin “ezenler ve ezilenler arasında uzlaşmacı parti“ olduğunu kanıtlıyor. Kürt halkının çıkarlarından ne kadar uzak olduğunu görmek bakımından Demirtaş’ın sözlerine bakmakta fayda var: PKK’nin silah bırakması için bir çok kez çağrıda bulunan Demirtaş, hükümete ise yaptığı çağrıda devletin silah bırakmasını değil, elini tetikten çekmesini belirtti.
PKK ve Türk devleti arasında yeniden alevlenen savaş göstermektedir ki, Türk burjuvazisi ve işgalci Türk devleti ile “demokratik barış“ hayaldir. Zira bu güçler için işçilerin ve ezilenlerin çıkarlarının hiçbir önemi yoktur. Bilakis bugünki gibi rejimin kriz dönemlerinde işçiler ve ezilenler ilk hedeftirler. Erdoğan barış süreci “milli birlik ve kardeşliğe saldıranlarla“ sürdürülemez gerekçesiyle bitirdi. “
Askeri taarruz ve Batı’nın pozisyonu
Güneydoğuda 2 askerin konvoy geçişinde öldürülmesinden sonra 24 Temmuz akşamı Türk Devletinin PKK’ye karşı askeri saldırısı başladı. F-16 uçakları Irak’ın kuzey doğusundaki Kandil dağlarındaki PKK mevzilerini bombaladı. Bunun üzerine PKK “Bombardımanlar sonucunda artık çatışmasızlık söz konusu değildir.“ açıklamasını yaptı. O zamandan beri Türk savaş uçakları PKK’nin yüzlerce mevzilerini bombaladı.”Halk Savunma Birlikleri” (YPG) ‚ye göre Türk ordusu aynı zamanda Suriye’deki kürt mevzilerini de bombalıyor.Türk Hava Kuvvetleri 1 Ağustos 2015’te Kandil Dağlarındaki Zergele köyünü bombaladı. Bombardımanda 9 sivil katledildi.
Ankara’daki geçici hükümet Birleşmiş Milletler (BM) ‚e operasyonların Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51.maddesindeki özsavunma hakkı çerçevesinde yaptığını açıkladı. Resmi olarak IŞID’e de operasyonlar yapılıyor ama asıl hedef PKK. Bu konulara dair 28 Temmuz salı günü olağanüstü bir Nato toplantısı meydana geldi. Türk hükümeti toplantıyı Nato sözleşmesi’nin 4.Maddesine dayandırdı: “Bir Nato üyesinin kendisinin veya bir bölgesinin tehdit altında olması halinde yapılan görüşme“. Sonuç olarak Türk ordusuna direk bir askeri destek yerine politik destek ve diplomatik meşruiyet verildi.
Nato Genelsekreteri Jens Stoltenberg “Türkiye’nin kendini terör saldırına karşı savunmaya hakkı vardır.” şeklinde bir açıklama yaptı. Aynı zamanda da Ankara’yı hava operasyonlarıyla “Çözüm Süreci”’ni tehlikeye atmama konusunda uyardı. “Önlemlerin oranlı olması ve gereksiz bir şekilde gerilimin tırmanmasına katkıda bulunmaması önemlidir. Terör saldırıları politik ve barışçıl çözümleri engellememelidir.”
Türk hükümetinin ISID çeteleriyle zaman zaman açıktan zaman zaman da gizli olarak işbieliği yapması son zamanlarda artık gizlenemez oldu. Amerikan başkanı Barack Obama G7 zirvesi sırasında Türkiye’yi Süriye sınırının denetimindeki eksikliklerle suçladı. Suruç’daki bombalı saldırı sonrası geçiçi Türk hükümeti İŞİD’e karşı tabır almaya zorlandı. Türkiye İŞİD’e karşı Amerikan liderliğindeki koalisyona dahil olmasına rağmen incirlikteki hava üssünün İŞİD’e karşı hava saldırılarında kullanılmasına izin vermemişti. Bunun sebebi ise Türk Devleti’nin İŞİD’i Esad rejimine ve Kürt güçlerine karşı bir silah olarak görmesiydi. Ancak bu politikası bir destek bulamadı.
Suriye’deki İŞİD mevzilerine yapılan operasyonalar böylelikle batılı güçler için bir işaret oldu. Öncelikle Türk Devleti incirlik hava üssünün Koalisyon uçak ve helikopterlerince kullanılmasına izin verdi. New York Times’ın haberine göre Türkiye ve Amerika, Süriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırı botunca “İŞİD’siz” bir güvenlil bölge oluşturma konusunda antlaşmaya vardı. Görüşmelerde bir kara harekatı konuşulmazken Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi güçlerin desteklenebileceği söylendi.
Türk Devleti bu antlaşmayla bir taraftan batılı güçlerin baskılarını kaldırmayı bir taraftan da güney sınırında bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engellemeyi amaçlıyor. Kobane direnişi sırasında Kürt hareketinin gördüğü enternasyonal destek Türk hükümetinin jeopolitik çıkarlarını çelişkilendirdi. Hatta Amerikan emperyalizminin başını çektiği ittifak Kürt hareketinin bazı kısımlarını müttefik olarak bile ele aldı. Ancak Türkiye’nin bu operasyonları İŞİD’le değil, genel olarak Kürt hareketiyle savaşmaya dayanıyor.
Alman hükümetinin pozisyonu da aynı derecede ikiyüzlü: 26 Temmuz pazar günü dışişleri bakanı Frank Walter Steinmeier Türk devletinin „terör örgütlerine“ karşı olan operasyona karşı olumlu tutumunu açıkladı. Aynı zamanda da Kürt hareketiyle yürütülen çözüm sürecinin devam etmesine dikkat çekti. Bunlara karşın PKK Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerin „terör örgütleri“ listesinde bulunuyor. Alman devleti Kürt aktivistlerini kriminalize etmeye ve tutuklamaya devam ediyor. Bölgedeki Alman askeri güçler de savaşın devam etmesine destek sağlıyor.
Kürt hareketi demokratik mücadelelerinin uluslararası tanınımı için harekete uğraşıyor.Ancal emperyalizmin burada da bardağı kanla dolup taşmış durumda: Türk Devleti’nin Kürtlere karşı operasyonları NATO ve AB tarafından haklı gösteriliyor. Ve yine emperyalist güçlere güven olmayacağı doğrulanıyor. 100 yıldır bölge halklarını yağmalayan ve zulmeden emperyalizm sadece kendi çıkarlarını düşünüyor.
Ne yapmalı?
Erdoğan göreceli yenilgi sonrası iktidarı kendi isteğiyle bırakma niyetinde değil. Bu yüzden parlemento seçimleri sonrasında militarizme başvuruyor. Savaş yanlısı geçici AKP hükümeti Erdoğan’ın bonapartist politikasını devam ettiriyor. Olası koalisyon ve erken seçim senaryolarından bağımsız olarak bir şey çok açık :Geçici hükümet meşru değildir.
Şu an kurucu meclisleri merkezi görev olarak gündeme getirmenin zamanıdır. Burjuvazi ve hükümet her türlü demokratik reformun önüne geçtiği için bu kurucu meclisler işçi sınıfının ve ezilenlerin yapılarına dayanmalıdır.Kurucu meclisler savaş harekatlarının hemen sona erdirilmesinin yanında yolsuzluğa bulaşmış politikacıların ve bürokratların yargılanmasını, dış borçların reddini, tüm solcu politik tutsakların serbest bırakılmasını, azınlıkların, kadınların ve LGBTI insanları ilgilendiren demokratik sorunlar gibi halkın temel sosyal sorunlarının çözümünü, banka ve işletmelerin işçi kontolünde kamulaştırılmasını, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının koşulsuz kabulünü, işçilerin ve köylülerin tarafından oluşturulacak bir sosyalist plana göre uygulanacak toprak ve endüstri reformunu savunmalıdır.
HDP’nin uzlaşmacı politikasının çelişkileri çok hızlı bir şekilde açığa çıktı. HDP kendini genel olarak parlemonto ittifaklarına yöneltiyor. Hükümet, burjuvazi ve işçi sınıfının çıkarlarını dengeleme amacıyla yaptığı bu politika başarısız oldu. HDP’nin Eş Genelbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a karşı kullandığı “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganı pratikte bir uygulaması olmadı. Erdoğan’ın bonapartistleşmesinin sadece parlemento ile engelleneceği fikrinin bir ilüzyon olduğu ispatlandı. Kaosun bayrak taşıyıcısı olmamak için HDP 2 ay boyunca hiç bir muhalefet yapmadı.
Savaş kışkırtıcısı Erdoğan’a karşı işçi sınıfı ve ezilenler sokaklarda, işyerlerinde ve okullarda harekete geçmelidir. Sendikalar uzun uykularından uyandırılmalıdır: Uzlaşmacı sendika bürokratları kendilerini 13 yıllık işçi düşmanı AKP hükümeti sırasında işçilerin çıkarlarını savunmada yetersiz olduklarını kanıtladılar. Bu yüzden işçiler ve solcular hem sendikaların içinde hem de işletmelerde öz yönetim komiteleri ile kontrolü ele geçirmelilerdir. Erdoğan’ın savaş seneryosuna karşı güçlü bir cevap için politik bir genel grev organize edilmelidir.
Öz savunma komitelerinin kurulması zaruri bir görevdir. İŞİD çeteleri bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan bölgesinde serbestçe dolaşabiliyor. Başka Suruç’ları engellemek ve Erdoğan’ın savaş planlarını suya düşürmek için öz savunma komiteleri kurulmalıdır. Ancak bu komiteler PKK’nin stratejisine nazaran sokaklarda, üniversitelerde ve işletmelerde örgütlenmelidirler. PKK dağda çatışmalarla yenilemeyeceğini kanıtlamış olsa da, iyi organize olsa bile iktidarı Türk burjuvazisinden alıcak güçte değil. PKK hedeflerinden gerilla savaşı tıkandığı için adım adım vazgeçti. Bugün sadece Türk Devleti’nin demokratikleşmesi konuşuluyor. Artık PKK’nin “İşçi Partisi” olarak işçi sınıfına dayandığı bir nokta yok. İşçi Sınıfı, grev ve işgal gibi mücadele yöntemleriyle ekonomiyi felce uğratabilecek, Türk Devleti’ni dize getirebilecek ve organize bir işçi-ezilen cephesiyle emperyalizmi bölgeden temizleyebilecek tek güçtür.
Aynı zamanda PKK yasağı ve Kürt aktivistlerin kriminalize edilmesi Kürdistandaki direnişi zayıflattığı açıktır. Alman emperyalizminin bölgedeki askeri varlığı savaş ortamını şiddetlendirmektedir. Türk Devleti’ne silah nakliyatları Kürt halkına karşı kullanılmaktadır. Burdaki (Almanya’daki) görevimiz Alman emperyalizmini bölgeden temizlemek ve eylemlerle PKK yasağını kaldırmaktır.