Türk Bonapartizminin Dış ve İç Politikası
Yazımızın ilk bölümünde Türk bonapartizminin temellerini açıkladık. İkinci bölümde ise Türk bonapartizminin kırılgan yapısını açıklayan dış ve iç politikanın sınırlarını inceliyoruz.
Başarısız darbe girişiminin ardından kaleme aldığımız „Başarısız Darbe: Bonapartizm yolunda Sıçrama Tahtası“ adlı yazıda rejimin kırılganlığını analiz etmiştik:
Darbe, darbecilerin kapitülasyonu ile sonuçlandı. Lakin Erdoğan rejiminin dış ve iç politikadaki çelişkileri halen devam ediyor. Onun egemenliği hiç bir şekilde her şeye kadir değildir, bilakis dengesiz ve kırılgandır.
AKP’nin tarihsel görevi; iç ve dış politikadaki geleneksel savaş politikalarını terk edip, yerine reformlar ile bütünleşen neoliberal siyaseti inşa etmeye dayanıyordu: Avrupa Birliği’ne yakınlaşma arayışı, Kürt direnişini barış sözleşmesi ile sonlandırma ve herşeyden önce ekonomik liberalleşme ve gereğinden fazla yetkiler ile donatılmış ordunun yürütmeden uzaklaştırmak. Bu bağlamda Türkiye Orta Doğu’da bölgesel güç olma yolunda gelişti.
Dış politikanın iflası ve iç politikada terör egemenliğinin başlangıcı
Lakin Erdoğan’ın bölgesel güç olma çabaları „Arap baharı“ döneminde ve Suriye iç savaşında sınırlarına ulaşarak, başarısızlıkla sonuçlandı. AKP’nin siyasal müttefikleri olan Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Özgür Suriye Ordusu ağır yenilgiler aldılar. Ekonomik yatırımlar sadece Irak Kürdistan’ında karşılık buldu. Bunun sebebi Barzani’nin PKK’nin siyasal olarak karşısında konumlanması ve onun dağıtılmasının çıkarlarıyla uyuşmasından kaynaklanıyor. Zira PKK Barzani’ye göre Türkiye ile geliştirilen ilişkileri bozacak bir tehlike. Esad’ın devrilmesini hızlandırmak ve bölgede yeni güç olma hevesiyle cihadçılara sağlanılan lojistik, finansal ve askeri yardımlar Türk devletine aşırı borçlanmanın yanında Suriye savaşının kendi ülkesinde suikastler, toplumsal kutuplaşma ve emperyalist aktörler ile dış politikada kriz biçiminde dönmesine sebep oldu.
Batı ile ekonomik ilişkilere sahip olan İstanbul burjuvazisi TÜSİAD bu durumdan her ne kadar rahatsız olsa da, müdahele etmek için yeterli güce sahip değil. Çünkü Erdoğan önderliği altında islami Anadolu burjuvazisi güçlenerek, pazarda onunla yüzleşiyor. Her ne kadar işçi düşmanı KHK’lar (örneğin grevlerin yasaklanması) ya da işçi sınıfında prekaryalaşma süreci TÜSİAD’ın çıkarına hizmet etse de, AKP’nin maceraları ve dış politikadaki başarısızlıkları TÜSİAD’ın Avrupa ve ABD sermayesiyle olan ekonomik ilişkilerinin bozulacağı tehlikesinin farkında. Erdoğan, ne Türk burjuvazisine ne de işçi sınıfına karşı taviz verebilecek durumda. Bu onun başkanlık sistemini sunarken yaşadığı dilemayı göstermektedir.
Erdoğan’ın dış politikadaki iflası kendi hükümeti tarafından yürütülen iç terörün artmasıyla bağlantılıdır: Karl Marx 1858 yılında yaptığı bonapartizm analizinde dış politikanın önemine değiniyor:
Bu arada Bonaparte’ın dış politikadaki hayal kırıklıkları, onu içerde terör sistemi işletmesine yönlendiriyor. Avrupa’daki konumu rezilleştikçe, Fransa karşısında güçlü gözükme zorunluluğunu daha yakıcı şekilde hissediyor. Bu yüzden terörün egemenliği giderek genişliyor.
Bu arada Türkiye Suriye politikasında köklü değişikliklere başvurdu: Esad’ın devrilmesi konusunda Rusya ile ters düşmemek için çizgisinden vazgeçmek zorunda kaldı. Türk-Rus ilişkilerinin normalleşmesi her ne kadar geçici olarak çatışmaları önlese de, bu normalleşme aynı zamanda Türk rejimi için çıkmaz yol anlamına geliyor.
Erdoğan dış politikada ne kadar rezilleşirse, iç politikada terör egemenliğini inşaa etmenin zorunluluğunu yakıcı şekilde hissediyor. Çünkü kendisi hayati bir mücadele içerisinde. 7 Haziran seçimlerinde yenildiğinden dolayı, Kürt sorunu özelindeki diplomatik siyaseti ve barış görüşmelerini terk edip, savaş taktiklerine geri dönüş yaptı. Başarısız darbe girişiminin ardından muhalefeti tasfiye etmek, devletin üzerinde mutlak hakimiyete ulaşmak için ülkeyi KHK’lar ile yönetiyor. Gazeteler, Dergiler ve Dernekler kapatılıyor. HDP-Milletvekilleri ve Kürt belediye başkanları tutuklu durumdalar. Kürt şehirleri askeri abluka altına alındı. Muhalif akademisyenler ve öğretim görevlileri okullardan ve üniversitelerden ihraç ediliyor. İşçilerin grev eylemlerine aşırı baskılar ve yasaklar ile karşılık veriliyor ve devlet ve ordu kademesinde geniş çapta bir tasfiye söz konusu. Her kim eleştirel tepki gösterirse, terör ile ilişkilendiriliyor. Dış ve iç politikanın iflasından ve Erdoğan’ın baskıcı yaptırımlarından doğan toplumsal kutuplaşma savaş araçları ile susturulmaya çalışılıyor.
Bu durumu Clausewitz’in sözleriyle anlamak gerekirse eğer: „Demek oluyor ki, savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.“ Bu tanımlama Erdoğan’ın bugün elinde bulunan yegane reçetedir.
İlginçtir ki, dış politikadaki sefil duruma rağmen Erdoğan dönemsel olarak „Milletin ve devletin temsilcisi“ rolüne bürünebiliyor. Örneğin Suriye’ye askeri harekat sırasında burjuva partileri CHP ve MHP’den destek buldu. Ayrıca Kürt halkına baskı söz konusu olduğunda birlikte hareket etmek Türk burjuva partilerinin geleneğidir.
Avrupa’da AKP’li siyasetçilere uygulanan ülkeye giriş ve propaganda yasağı, burjuva siyasetçilerinin Erdoğan’ın arkasında konumlanmasına kadar uzandı. Aşırı milliyetçi MHP ise 2015 yazından itibaren milliyetçi çıkarlar uyuştuğundan dolayı adeta AKP’nin yedek lastiği halinde. TÜSİAD da yaptığı açıklama ile dalgaya katıldı:
„Hollanda tarafından da Türk Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmemesi gerginlikleri tırmandırmıştır. Taraflar arasında; müttefiklik ilişkisi, Avrupa değerleri ve ortak çıkarlar temelinde, bu gerginlikler diplomasi yolu ile aşılmalıdır.“
Dış politikada bonapartist birlik böylelikle kurulmuş oldu.
Türk bakanlar için uygulanan ülkeye giriş ve propaganda yasağının arka planında Avrupa hükümetlerinin Erdoğan ile ekonomik ve jeopolitik iş birliğinin sınırlarına varmaları yatıyor. Güncel jeopolitik krizi despotizm ve demokrasi arasındaki mücadele olarak nitelendirmek yanılsamacı ve basiretsiz bir anlayış olur. Tam tersine; Bu hükümetlerin mültecileri sınır dışı etmekle veya onların Akdeniz’de boğulmasını izlemekle bir sorunları yok. Keza savaş bölgelerine silah ihracatı yapmakla ve kendi sınırlarını kapatmakla da bir sorunları yok. Avrupa hükümetlerinin demokrasi demagojisi iç politikalarında sağ hareketler tarafından baskı altına alınmanın getirdiği paniğin ifadesidir. Onlar Türk hükümetine mülteci anlaşması, silah ve sermaye ihracatı ile hali hazırda baskıcı olan yasaları daha da sertleştirmesine, Kürt halkına, işçi sınıfına ve mültecilere baskı uygulanmasına göz yummuştur. Erdoğan rejimi sürekli kriz ürettiğiden dolayı, bu krizler Türkiye sınırlarını aşarak Avrupa ülkelerine taşmaktadır. Bu sebeple bu gerici popülist çatışmanın içinde bir yerde konumlanmamız gerekmektedir.
Avrupa ve Türkiye arasındaki güncel gerilimler Erdoğan’ın anayasa reformu ve başkanlık sistemini geçirmek için kullandığı gerici propagandaya hizmet etmektedir. „Batı karşıtı“ söylemler ve „devletin düşmanlarına“ karşı iç savaş halkın dikattini kendi sefil koşullarından başka yöne çekmektedir. Türk ekonomisi büyük bir krizin eşiğinde bulunuyor. Bu büyüme oranları, Türk lirasının döviz karşısında aşırı değer kaybetmesi, yabancı sermayenin yatırımlarının durması vs, biçiminde gözükmektedir. Devlet borçları 2002 ile 2016 senesinde içerde 275,1 milyar dolardan 396,8 milyar dolara, dışarıda ise 129,6 milyar dolardan 403 milyar dolara yükseldi. TÜİK’in verilerine göre 25 yaş altı gençliğin yüzde 24’ü işsiz konumunda ve genel işsizlik yüzde 12,7’ye kadar çıktı. Kaçak koşullarda çalışanların oranı ise yüzde 32,7. Ekonomik zorluklardan dolayı Erdoğan kitlelere refah sözünü veremiyor. Bunun yerine dışarda ve içerde düşman bulmak ile uğraşıyor ve baskılarını arttırıyor.
Rejim yenilgiyi kaldırabilecek durumda değil
Başarısız darbe girişiminin ardından Erdoğan kendisine devletin ve sınıfların üstünde bir rol biçmeye çalıştı. Bu uğurda „iç düşmanlara“ karşı, yapay savaş ortamı oluşturuldu. Hatta Erdoğan kendisini „Türk milletinin Başkomutanı“ olarak takdim edecek kadar bu yapay atmosferin etkisine kapıldı. Bütün burjuva partilerinin katılım çağrısı yaptığı Yenikapı’daki „Demokrasi“ mitingi bonapartistleşme yolunda önemli bir adımdı. Lakin bu „milli ittifak“ çok çabuk bir şekilde sarsıldı, zira Erdoğan’ın darbeye karşı attığı adımların arkasında kişisel iktidar mücadelesi olduğu anlaşıldı. Muhalefetin alternatif yaratabilme beceriksizliği, Erdoğan’ın bu ünvanı halen propagandist şekilde kullanmasına hizmet ediyor.
8 Mart’taki kitlesel seferberlikler, Newroz ve sokakta tüm baskılara rağmen hayır kampanyası yapan kitleler Erdoğan’ın tüm hakimiyeti eline alamadığının bir göstergesi. Güncel anketlere göre „Hayır“ önde. Bu sadece başkanlık sisteminin reddi anlamına gelmiyor. Ayrıca hükümeti yöneten partili cumhurbaşkanı statüsünün de kitleler tarafından reddedildiğini açıklıyor. Bu yüzden Erdoğan referandumdan Hayır çıkmasına rağmen de facto rolünü sürdürdüğü takdirde büyük zorluklar ile karşılaşacak. Güncel AKP-MHP ittifakı salt OHAL’in ve savaş rejiminin muhafaza edilmesine hizmet ediyor. Lakin MHP içinde büyük çatlak söz konusu ve referandumdan Hayır çıktığı takdirde MHP yönetimini büyük bir muhalif dalga bekliyor. Parti yönetiminin tüm baskılarına rağmen, MHP kadrolarının bağımsız olarak hayır kampanyaları düzenlediği biliniyor.
AKP’nin iktidarına geçici son veren 7 Haziran seçimlerinin ardından Erdoğan halkın gözünü korkutmak ve yeni seçim yaratmak amacıyla kaos ve askeri taarruz yarattı. Bu taktik ona yaradı ve AKP 1 Kasım’da yapılan seçimlerde yeniden iktidar oldu. Lakin bugün koşullar farklı ve benzer bir manevra Erdoğan’ın çöküşünü hazırlayacaktır.
Fakat böyle bir süreç hali hazırdaki ülkenin gerici koşulları ve devrimci önderliğin yoksunluğu dolayısıyla gerici ve kanlı bir iç savaş anlamına gelebilir.