Trump: Neoliberal Öykü Anlatımının Çöküşü
Kasım ayında yapılan seçimlerde birçok eyaleti Cumhuriyetçi seçmen yapan muhafazakâr çığ üzerine birçok şey yazıldı. Hatta ‘’House of Cards’’ senaristleri bile gelecekte Beyaz Saray’ı nelerin beklediğine dair yeterince hayal gücüne sahip değillerdi. Hükümet görevlerinin devri Trump-Tower’da muhafazakâr sağa keskin bir dönüş ile başladı.
ABD’nin Brexit-Anı
Hillary Clinton’ın arkasında toplanmış olan kitlesel medya, Trump’ın endişe veren seçim zaferinden sonra durumu bir siyah kuğu resmi ile açıklamaya çalıştı. Lakin bu siyah kuğular sürü halinde geliyorlarsa, tıpkı bu sene Brexit’in zaferi, ABD Seçimleri, UKIP’in, Front National’in ve Avrupa sağının diğer değişkenlerinde olduğu gibi, tek başına kalmış kuşların teorisi bu konuyu açıklamaya yeterli değildir.
Her ne kadar ulusal özellikler ve bazı ortak nedenler olsa da – ekonomik, etnik, dinsel, cinsel, coğrafik, kültürel ve jenerasyona bağlı- bir süredir bir çeşit sağ ‘popülist’ bir enternasyonal için gerçekçi sebepler mevcuttur. Bu da 2008 kapitalist krizinde deprem merkezinin emperyalizmin merkez ülkelerinde baş gösteren sosyal kutuplaşmanın şartlarında yatmaktadır. Daha genel söylemek gerekirse, korkunç eşitsizliğe yol açan son on yılların küreselleşme ve neo-liberalleşmesinde bunun nedenlerini aramak gereklidir. Bir taraftan bir avuç kazanan şirket ve bankaları yaratmakta, diğer taraftan ise sayısı artık ölçülemeyecek kadar çok olan kaybedenleri. Kaybedenler arasında eğitim seviyesi düşük olandan orta dereceye kadar eğitimli orta sınıflar, işçi sınıfının endüstriyel sektörlerinde çalışan kesimlerine kadar yer alırken, küreselleşememiş sermayenin parçaları, mikro-firmalar ve küçük sömürücüler de bulunmaktadır. Bunlar kontrol altına alamadığı bu süreçte kendilerini son derece aciz hissetmişlerdi. Brexit’in sloganı olan ‘kontrolü yeniden ele almak’ onların istediklerini dile getiriyordu.
Bu heterojen sosyal birleşenler, sisteme ve eski partilere – muhafazakâr, sosyal demokrat ya da liberal olması fark etmez- karşı isyanın arkasında duranlardı. Tarık Ali’nin (1) isabetli tanımlamasını burada kullanmak gerekirse bu güçler neoliberal fikir birliğinin ‘aşırı orta’sını oluşturmaktaydı.
Her iki partinin ön seçimleriyle başlayan uzun AB seçim kampanyasında siyasal kastın reddedilmesi çeşitli formlara büründü: Hem Trump’ın hem de Clinton’ın sevilmezliği, Sanders’in kampanyasında gençliğin siyasi arenada görülmesi, seçime katılımın düşük olması, 7 milyona yakın oyun üçüncü partilere gitmesi. Sonuncusu ayrıca kendisini sol alternatif olarak gösteren Green Party’e gitmiştir. Üçüncü partilere giden oylar 2012 seçimlerine göre üç kat arttı ve bu oylar daha çok gençleri kapsamaktaydı.
Trump ise kullanılan oyların sayılmasında tarihte görülmemiş büyük bir farkla kaybetti. Hillary 3 milyondan daha fazla fark atmıştı. Buna en yakın örnek 2000 seçimiydi. George W. Bush rakibi Al Gore’dan 540.000 daha az oy almıştı. O zaman yüksek mahkeme Bush’u oyların yeniden seçilmesini engelleyerek başkan ilan etmişti. Bu ABD seçim sisteminin anti demokratik karakterini ortaya koymaktadır, burada kırsal bölgelerin seçim sistemindeki hak ettiğinden daha fazla oy hakkına sahip olması yatmaktadır. Her ne kadar bu artık bir anekdot olsa bile, iki parti sisteminin temelinin içinde bulunduğu krizi göstermektedir.
Toparlamak gerekirse, Trump’ın zaferi organik bir krize gidişi onaylıyor ve bunu derinleştiriyor. Bu zafer bir çok hoş olmayan sürprizlerin sadece sonuncusu olmaktan daha fazlasıdır. 2008 çekirdek ülkelerdeki büyük durgunluktan bu yana organik kriz görünür oldu ve bu Antonio Gramsci’nin deyimiyle ‘Anormal Fenomen’ olarak yorumlanabilir. Bu da eskinin devamının sağlanamadığı ve yeninin hangi şekilde olacağını henüz bilinmediği ara aşamalarda ortaya çıkan bir durumdur. ABD siyasetinin alışılmışın dışındaki bir dönemin değişim sinyali verilmektedir. Devletlerarasında büyük gerginliklerin, ticaret savaşlarının, askeri çatışmaların, keskinleşmiş sınıf mücadelelerinin ve burjuvanın en azından Sezarcı siyasetinin cevapların yaşanacağı bir zaman önümüzde durmaktadır.
Hükümet ve Gelecekteki Dünya
Yabancı düşmanı bir milyarderin, ithal mallara karşı korumacı siyaset ve milliyetçilikle yaklaşan birinin, dünyanın en güçlü devletinin başkanı yapılması gerçeği bile kendi başına ABD’nin hâkimiyeti altındaki neoliberal düzenin çökmesini gösteriyor. Ki bu Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra serbest pazarın tek hâkimiyeti ve başka hiçbir alternatifi olmayan küreselleşme sürecini (Artık geçersizliği iyice ispatlanmış olan ‘Tarih’in sonu’ tezi) öngörüyordu.
Ne müttefikleri ne düşmanları ne de rakipleri ABD’nin Trump’ın resmi olarak 45. Başkan olacağı ve Cumhuriyetçilerin devlet iktidarı üstüne tüm gücü alacakları 20 Ocak sonrası durumu hakkında emin bir görüşe sahip değiller.
Establishment, ya da Howard Zinn’in deyimiyle ‘iş adamlarının, generallerin, siyasetçilerin tedirginler kulübü’, Clinton’ın teklif ettiği sürekliliğe neredeyse birlik olarak destek verdi. İlk şoktan sonra pragmatizme düştüler. Tüm siyasal işaretler, iki parti sisteminin ‘Trump Fenomeni’nin’ sindirilmesinin ve apokaliptik gerilimlerden bir ılımlı başkana geçilmesinin de amaçlandığını gösteriyor.
Şimdilik bunların gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ise belirsiz durumdadır. Çok büyük bir ihtimal ile Cumhuriyetçi partiyi oluşturan değişik sektör ve grupların kendi arasındaki karışık pazarlıkların üstüne kurulmuş bir iktidar sürecini göreceğiz. Ilımlı muhafazakârlar, (aşırı) ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı, homofobik sağa karşı hegemonisini kaybetti.
Belki de Beyaz Saray’a geri dönüşün getireceği coşku, yeni başkanın kararlarına etki etme zorunluluğu, Cumhuriyetçilerin #NeverTrump (Asla Trump) sloganını terk etmesine ve bu büyük sermayedarın arkasında durulmasına yol açabilir. Bunun yanı sıra ırkçılar ve ‘’Alt-Right’’ (2) diye tanınanlardan birkaç ismin bir sonraki kabine için adları geçiyor: 1994’deki ‘Muhafazakar devrimin’ önderi Newt Gingrich, New York’un eski ‘sıfır tolerans’ belediye başkanı ve kendisini polis sanan Rudolph Giuliani, Cumhuriyetçi Ulusal komitesinin başkanı Reince Priebus gibi. Emekli Generaller ve hatta Mitt Romney gibi ılımlı muhafazakârlar Trump-Tower’da hizibe destek verdiler. Oradan iş adamı kendi işlerini teslim etti ve hükümetin nasıl olacağının planını kuruyor. Hatta Clinton’ın dış siyasetine en yakın duran savaş yanlısı, Trump’ın önderliğine en fazla direnen neo-muhafazakârlar da Trump hükümetinin içinde yer almak için uğraşıyor.
Her ne kadar perspektif olarak birbiriyle uzlaşmış gözükse de, Trump’ın savunduğu seçici izolasyon siyaseti ile her iki Bush hükümetinin siyaseti olan tek taraflık (Unilaterism) arasında aşılmayacak bir çizgi yok. Her iki akımda, ‘uluslararası cemiyetlerin’ kuruluşları, UNO ve NATO’nun rollerini yeniden belirlemek istiyor. Her iki akımda bu kuruluşları ABD’nin ulusal çıkarları önünde engel olarak görüyor.
Ana akım Trump’ın başkanlığının tıpkı zamanında Ronald Reagan hükümetinin sadık kaldığı gibi özel bir cumhuriyetçi hükümetin parametrelerine uymasını bekliyor. Bu beklentide bir gerçeklik payı da var. ‘Trumpizmi’ bir ‘Reganizm’ (yenginlerin düşük vergilendirilmesi, piyasaların serbestleştirilmesi ve yüksek faizler) artı izolasyon siyaseti (protectionism) olarak değerlendirmek mümkündür. Ülke içinde yeniden sanayileşme ise bir hayal, fakat Trump ABD dışında dolaşan sermayenin bir kısmını ülkeye getirmekte kararlı. Buradaki asıl baskı aracı ise, %35 den %15 e düşecek verginin pazarlığında, ekonominin daha serbestleştirilmesi, Obamacare diye bilinen, iş adamlarının sağlık sisteminin masraflarına katılmasını getirmiş olan sistemin kaldırılmasında yatmaktadır. Şimdilik ise, onun en somut önerisi, kamu inşaat projeleri.
Ucuz iş gücünün olduğu yerlere üretimi kaydırmanın karşısında böylesi bir öneri yeterli görünmemektedir.
Hiç kimse şu an ‘’America great again’’ (tekrar büyük Amerika) söyleminin altının nasıl doldurulacağını kestirememekte. Görünen o ki, Trump’ın bazı sloganları sadece seçim kampanyası demagojisınden daha fazla bir muhtevaya sahiptir. Bazı analistler ABD siyasetindeki bu rota değişiminin Berlin duvarının 1989’daki yıkımı ile eş değer tutabilecek jeopolitik, ekonomik değişiklikleri, tam tersine bir istikamete yönelmiş olsa da, getirebileceğini belirtiyorlar.
Trump’ın dış siyaseti kendi öncülünden daha farklı olacak. Barack Obama, ABD’nin küresel önderliğini yeniden tesis etmek için ‘merkezci’ bir siyaset izledi. Diplomatik yollarla direk askeri çatışmalara girmeyi azaltmak, Bush ve Neo-muhafazakârların dönemindeki askeri ve tek taraflılık stratejisinin Irak ve Afganistan’daki savaşa, işgale yol açan yenilgilerinin etkilerini gidermek için yapılmış bir atılımdı.
Kendi hükümetinin ilk 100 gününün planlarının belirtildiği resmi açıklamasında, daha öncesinden önerilmiş olan tedbirlere yer verdi: ABD’nin Transpasifik antlaşması TPP’den geri çekilmesi, Meksika ile NAFTA Antlaşmasının şartlarının yeniden düzenlenmesi, Dünya Ticaret Örgütünü, eğer kendi dayattıkları şartlara uymasa, ayrılma ile tehdit etmesi gibi. İŞİD’e karşı ve Suriye’deki krizin çözülmesi için Rusya ile ortak bir çalışmaya yakınlaşma Esad’ın iktidarda kalmasında uzlaşma; NATO’nun finansmanı için ABD’nin müttefikleri ile daha büyük finansal katkı için pazarlıklar ve Japonya ve Güney Kore’deki askeri üsler için yeni şartların pazarlık edilmesi de isteniliyor.
Ortadoğu’da ise İran ile yapılan antlaşmanın iptal edilmesine ya da en azından yeniden gözden geçirilmesine yol açabilecek bir sürecin, ABD’nin o bölgedeki geleneksel müttefikleri olan İsrail ve Arap monarşileri ile daha sıkı bir yakınlaşma sonucunda gündeme gelmesi bekleniyor.
Rusya ve Çin ile olan ilişki konusunda hala birçok spekülasyon mevcut. Trump’ın son iki on yıldaki Rusya düşmanlığı üzerine kurulmuş siyasetini dönüştürmesi imkânsız olarak görülmektedir. Bu strateji, Rusya’yı bir yarı sömürge seviyesine indirmek için uzun soluklu çıkarlar üzerine kurulmuştu. Trump’ın Putin’e yönelik söylediği dostça söylemler, NATO’ya dâhil edilmiş ve Rusya’ya karşı oluşturulmuş batı cephesinde ön saflarda bulunan Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinde bir tedirginliğe yol açmış durumda. Bazıları Trump’ın daha sert bir siyaseti, en azından pazarlık masasında yürüteceğine inanmaktadır. Bir diğer kesim ise risk kolu bir siyasetin önümüzdeki dönemde uygulanmasının çok da ihtimal dışında olmadığını vurguluyor. Yükselen milliyetçiliğin değişik biçimler çerçevesinde, bir ticaret savaşı ya da en azından bir sert rekabetin ve ABD Hegemonyasının düşüşün sürekliliği ABD’nin tek yanlı siyaseti ön görülemeyecek genişlikte bir krize yol açabilir. Şu an dünya buna hazırlanıyor gibi gözüküyor.
Bonapartizm, Faşizm ve Solun Tartışması
Trump Fenomeninin özel sosyal ve siyasal doğası hala tartışılmakta. Trump’ın seçmenleri içinde bilhassa iki grup ön plana çıkmaktadır. Bir tarafta seçilmiş başkanın açıktan kadın düşmanlığına rağmen ona yüksek oranda oy veren kadınlar, siyasal gericilik ve belli ırkçı, yabancı düşmanlığı duyarlık karakteristiğini taşıyan eski beyaz endüstri işçilerinin, ‘Trumpproleteri’nin seçim tercihleri. Bu fenomen daha derin analizleri gerektiriyor.
Endüstri işçilerinin önemli bir çoğunluğu seçimin kıyasıya geçtiği eyaletlerde Trump’ı seçtiği bir gerçek. Trump bir zamanlar endüstri merkezi olan Rust Belt’de yürüttüğü seçim kampanyasında kaybedilmiş iş yerlerinin geri getirileceğinin sözünü verdi. Tüm ön görülenin tersine Trump’ın seçmeni klasik Cumhuriyetçi Parti’nin dışından da geliyor. Gene de Trump’ın sosyal tabanı, küçük işyerlerinin patronları ve sözleşmesiz işçilerden oluşuyor. Bu taban, büyük şirketlerden farklı olarak Serbest Ticaret Antlaşmalarından ve İhraçtan yararlanmaktadırlar. Bu nedenle vergi indirimini ve devletin etkinliğini (sağlık sisteminde şu anki yasalara oranla katılımı zorunlu hale gelmesi gibi) geriye atılmasını kapsayan klasik cumhuriyetçi program ile ekonomik izolasyonunun Ronald Reagan tarzıyla kombinasyonun üzerine kurulu retoriği bu kesimler üzerinde etkili olmuştur. Jacobin’in bir makalesinde denildiği gibi, Trump, işçi sınıfının isyanını temsil etmiyor. Aksine 2008 seçimlerinde Obama’nın karşılaştığı ve küçük burjuvanın öfkesinin sembolü olan ‘tesisatçı Joe’nun intikamı’ sloganı ile ortaya çıkan muhafazakâr bir eylemciye atıf yapılmaktadır.
Her ne kadar Reagen’den çok daha fazla sendika üyelerinin olduğu ev ekonomilerini Trump kazanmış olsa da, Holding sahibi olarak sendika örgütlenmelerine karşı Cumhuriyetçi Partisinin de geleneği olan son derece sendika düşmanı bir çizgiyi uygulamaktadır. Bu düşmanlık ‘’right-to-work’’ (çalışmak için hak) yasalarını kapsıyor. Zaten Obama hükümeti döneminde çıkartılan ender bu tür yasaların iptal edilmesi, sendikaların hareket alanının kısıtlanması anlamına geliyor. Bu neredeyse pratikte sendikaların özel sektörde yasaklanması anlamına geldiğini belirtmek gerekli ve kamu alanındaki sendikalara da saldırıyı provoke etmektedir. (3)
Trump’ın yükselişi sol içinde gittikçe daha çok yer kaplayan strateji tartışmalarına yol açtı. Çeşitli liberal, sol ve sosyal demokrat entelektüeller kendi yorumlarını dile getirdiler.
Jürgen Habermas Trump’ı siyasal rasyonalizmin parçalanması anlamına gelen popülist bir dalganın parçası olarak görüyor. Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman’a göre ise bizler ‘decisionist önderlerin’’ şahitleri oluyoruz. Bunu ise Carl Schmitt’in ‘demokratik faşizm’in ilk seviyesini açıklamak için özenli bir şekilde kullanıldığı egemen bir iktidarın klasik kavramından çıkartmıştır. Alain Badiou ise şu an bir çeşit ‘demokratik faşizm’ yaşanıldığından bahsediyor. Bu çelişkiyi de Fransız felsefeci kendi yöntemiyle çözüyor, ona göre Trump bir demokratik sistem içinde bulunuyor ve faşizmin 1930’lardaki rakiplerinin, işçi sınıfının hareketi ve komünist partiler, olmamasına vurgu yapıyor. Ek olarak Trump’ın zaferinin gerici potansiyelini ölçmek için 18. Brumaire ve 1933 Almanya seçimleriyle birçok karşılaştırma yapıyor.
Net bir şekilde söylemek gerekirse, Trump’ın zaferi faşizmin direk yükselişi yerine bir Bonapartist sisteme ve otoriter rejime giden bir geçişi ifade ediyor. Tabi ki bu geçiş kendi içinde Afro-Amerikalı nüfusa karşı gizli bir iç savaş yürütüldüğü bağlamından değerlendirildiğinde, Klux-Klax-Klan ve Alt-Right içindeki ırkçı gruplar gibi faşistvari öğeleri içeriyor.
Brexit’te olduğu gibi sol partilerin ve ilerici entelektüellerin bir kısmı, Trump’ın zaferinde nihai olarak bir umut noktası olduğuna vurgu yapıyorlar, çünkü bu gelişim hakim sınıfının istikrasızlığına ve çünkü kapitalist iktidarın despotik doğasını net bir şekilde görülmesine yol açıyor. Bu sektörler işçi sınıfının önemli kesimlerinin bir ırkçı, yabancı düşmanı ve ABD emperyalizminin gücünü yeniden inşaa edeceğinin sözünü veren milyardere oy verdiği gerçeği anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar. Trump’ın hükümeti burjuvazinin sağ kanadının hükümeti olacak. İş yerlerini ve maaşları geri getirmeyecek ve onun yerine kürtaj hakkı gibi demokratik haklara saldırı düzenleyecektir. Onun zaferi şimdiden aşırı sağın iğrenç gruplarını güçlendirdi.
Bu süreçte tek fenomenin eşit ilerleyen ve sadece bir sağa kayış olduğunu iddia etmek yanlıştır. Sanders’in Demokrat Partiye boyun eğmesinde gördüğümüz gibi aşırı sağın yükselmesinde neoreformizmin ne kadar kudretsiz olduğu da görülmektedir. Gelecek vaat eden fenomen ise, Trump’ın seçim zaferinin akşamında on binlerce gencin, işçinin, öğrencinin, kadının sokaklara çıkması, üniversite kampüslerini işgal etmeleri ve bu eylemleriyle kâğıtsız mültecilerinin sınır dışı etmelerini kabul etmeyeceklerini ve direniş göstereceklerini göstermeleri oldu.
İşçi sınıfı ise hala Reagen döneminin yenilgisinden çıkabilmiş değil. Buna rağmen son yıllarda mücadelenin ve örgütlenmenin yeni biçimleri ortaya çıktı. Black Lives Matter hareketi, Fight for 15 ve Fast Food dükkân ve süpermarketlerdeki grevlerin de gösterdiği gibi, bunun yanı sıra savaş karşıtı Occupy Wall Street hareketi ve 1999’da ortaya küreselleşme karşıtı hareket de bu eğilimi taşımaktadır.
Trump işçi sınıfı ve onun müttefiki olan Afro-Amerikalı, göçmen azınlıklar ve kadınlar arasındaki bir bölünmenin tehlikesinin göstergesidir. Tam da bu nedenden dolayı, üçüncü bir partiyi kurmak, ezilenlerin ve sömürülenlerin güçleriyle sermayeye karşı hem ABD içinde hem de dışında bir program ile birleştirecek solun ve işçi sınıfın devrimci partisini, kurma hayatidir. Zaman akmakta.
Dipnot
1) Tarık Ali, “The Extreme Centre,” Verso Books, 2015.
Buna benzer bir şekilde Peter Mair geleneksel partilerin ve kapitalist demokrasisinin Berlin duvarının yıkılmasından sonraki krizinin ve bunların ‘anti-siyaset’in ortaya çıkışıyla olan bağının da derin bir analizini yaptı. Bkz. : “Ruling the Void? The Hollowing of Western Democracy,” New Left Review 42, 2006.
2) Alt-Right (alternatif sağ) birbirinden kopuk, heterojen olarak aşırı sağ grupların ve bireylerin bir birleşeni. ‘Beyaz bir kimlik’ ve ‘Batı Medeniyeti’ni savunuyorlar, klasik muhafazakâr kesimi ret ediyorlar. Trump’ın ana stratejisini Steve Bannon’un bu gruba ait olduğu suçlaması yapılıyor.
3) R. Verbruggen, “Trump and the Unions,” The American Conservative, November 20, 2016.
Bu makale 10 Aralık tarihinde İspanyolca olarak Ideas de Izquierda dergisinde ve 29 Aralık tarihinde ise İngilizce olarak Left Voice sayfasında ve 13 Aralık tarihinde ise Almanca olarak Klasse gegen Klasse sayfasında yayınlanmıştır.