Radikal bir yanılsama

18.07.2015, Lesezeit 10 Min.
1

// Deutsch- Almanca //

// NEOREFORMİZM: Syriza, Podemos ve HDP gibi projeler yükseliş dönemi içinde bulunuyorlar. Bunlar kitlelere demokratik reformlar aracılığıyla koşulların düzeltileceğini vaad ediyorlar. Lakin kapitalist devletin sınıf karakterini göz ardı ettikleri için, bu projeler başarısızlıkla sonuçlanacaktır. //

“Postmodern“ teoriler, 1970lerin ortasından itibaren dünya genelinde vuku bulan ve 90lı yıllarda yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşü ile beraber pekiştirilen neoliberal taarruz sırasında sol içerisinde hegemonyal pozisyon kazandı. Sınıf antagonizmasını reddeden bu teoriler, “eşitlik ve özgürlük“ gibi kavramlara sarılarak, politik temelde kapitalizmin sınırları içinde liberal demokrasinin yayılmasını hedefliyor. Bu akımı tanımlayan parola ise “radikal demokrasi“.

Lakin bu akımın oluşturduğu konsept radikal demokrasinin geleneğinden epey uzaktadır. Radikal demokrasinin geleneği 1871 Paris komününe dayanır ve yöneticilerin her daim çağırabilmesi veya vekillerin maaşlarının ortalama işçi maaşını aşmayacak şekilde sınırlandırılması gibi talepleriyle marksist programın bir parçası konumundadır. Lakin bu yeni teorilerin burjuva demokrasinin sınırlarını ortadan kaldırmak ve kitleleri sosyalist devrim şiarıyla mücadeleye hazırlamak gibi bir derdi yoktur. Esas amaç; mücadeleci kesimleri burjuva parlamentarizmine entegre etmektir.

Bu akımın temsilcileri “postmarksist“ entellektüller diye tabir edebileceğimiz, 1985 yılında yayınlanan ve Türkiye’de “Hegemonya ve Sosyalist Strateji“ çevirisiyle bulunan kitabının yazarları olan Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’dur. Nikos Pulancas gibi Avrokomünizmin teorisyenlerinin yanısıra Laclau ve Mouffe, Syriza, Podemos ve HDP gibi neoreformist projelerin esas referans aldıkları kişilerdir.

Sınıf uzlaşmacılığının yeni biçimi

Proleterya ve burjuvazinin uzlaşmaz çatışmasını doğuran emek ve sermayenin çelişkisini reddeden Laclau ve Mouffe’e göre radikal demokrasinin esas tezi; liberal demokrasinin “radikalleşmesi“ ile sermayenin hegemonyasını sınırlandırmaktır. Teoriye göre işçiler kapitalist toplum içerisinde temel talepleri ve konumları itibariyle ayrıcalıklı bir özne değildir ve feminist, çevreci, LGBTİ bireyleri, etnik azınlıklar ve mülteciler gibi diğer politik kimliklerin üzerinde bir alan kaplamaz.

Bu sebeple postmodern teoriye göre baskıdan kurtuluşun mücadelesi kapitalist devletin yıkılması ile değil, bilakis çoğulcu demokrasinin yayılması ile gerçekleşecektir. Mouffe ve Laclau’ya göre sosyalizmin esas hatası, kapitalizmi proleteryanın hiyerarşik ve otoriter iktidar biçimi ile değiştirmek ve bu esnada demokrasiden feragat etmekti. Postmarksistler, sınıflı toplumlarda demokrasinin karakterini belirleyen üretim araçlarının özel mülkiyetine değinmeden, sosyal hareketlerin kesintisiz demokratik mücadelesini ve böylelikle çoğulcu kimliklerin özgürlüğü ve birlikte yaşam perspektifini bulacağı toplumsal alanlarının oluşmasını hedeflerler.

Elbette devrimci marksizm ezilen kesimlerin sosyal ve demokratik sorunlarına aldırmazlık etmemiştir. Ekim devriminin ardından Bolşevikler yeni kurulan işçi devletinde politik eşitliğin ve adaletin temellerini atmışlardı: Kadınlar oy hakkına ve öz örgütlenme imkanına sahip oldular, çocuk bakımı ve ev işi toplumsallaştırıldı, kürtaj ve homoseksüellik yasallaştırıldı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınarak, milletlerin ve dillerin eşitliği için alan yaratıldı. Demokrasinin esas unsurlarını kapsayan çalışmalar sadece işçi sınfının önderliğindeki ezilenlerin ittifakı tarafından çarlığın ve burjuvazinin yıkılması ile mümkün oldu.

Bu ve bunun gibi devrimin bir çok kazanımı, Stalin’in iktidarı eline alması ile ortadan kayboldu. Kendine işçi sınıfının üzerinde bir pozisyon yaratan bürokratik aygıtın temsilcisi konumundaki Stalin, öncelikle “tek ülkede sosyalizm“ teorisi ile marksizmi baş aşağıya çevirdi. İşçilerin, askerlerin ve köylülerin öz örgütlülük organları olan Sovyetlerin iktidarı, bürokratik kliğin çıkarları doğrultusuda ortadan kaldırıldı. Böylelikle iktidar bürokrasinin eline geçti ve proletarya diktatörlüğü, bürokrasinin diktatörlüğüne dönüştü.

Neoreformizmin yükselişi

Neoreformist partilerin güncel yükselişi dünya genelinde etkisi bulunan ekonomik, politik ve sosyal kriz ile bağlantılıdır. Bu kriz, kapitalist saldırılara karşı bir çok protesto hareketini politik sahneye çıkarmıştır. Fakat son yıllarda kitlesel seferberliklerin başarısızlığa uğraması, işçilerin ve gençliğin neoreformist formasyonlara yönelik yanılsama içerisine sürüklenmesine sebep olmuştur. İspanya’daki 15 Mayıs hareketinin tıkanmasının ardından Podemos’un yükselişine hizmet etmesi bu bağlamda bir örnektir. Her ne kadar tabanda farklılıklar gözükse de, Podemos ve Syriza gibi fenomenler öncelikle sosyal hareketlerin, sendikacıların ve radikal solun ittifakı ile kurulan seçim cephelerinden oluşmuşlardır. Önder figürler akademik çevreden veya sosyal hareketlerden gelmektedirler. Seçim derneği olan bu hareketlerin stratejisi; burjuva kapitalist devletin yönetimini ele almak amacıyla mücadeleci kesimlerin parlamentarizme entegrasyonudur.

Bu tür partilerin ideolojik birliği; bir yandan sosyal demokratik reformlar aracılığla kapitalizmi “insancıl“ kılma, öbür yandan Avrupa Birliği gibi gerici kurumları toplumun çoğunluğunun çıkarı doğrultusunda “demokratikleştirebilme“ yanılmasını yaratmaktan gelmektedir.

Syriza ve Podemos’un çıkmazı

Bu çizgiyle ilk çatışmayı Syriza yaşamaktadır. Bu “radikal sol“ parti Yunanistan’daki son seçimlerde borçların bir kısmının silinmesi, ücretsiz elektirik hizmeti, ücretsiz sağlık hizmeti, emekli maaşlarının ve asgari ücretin arttırılması vaadinde bulunmuştu. Lakin Syriza sözlerinin hiç birini tutmadığı gibi, Troyka’nın terörü karşısında boyun eğdi. Syriza lideri ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras 5 Temmuz’daki referandumu bir manevra olarak kullandı. Böylelikle uzlaşma masasındaki yerini sağlamlaştırdı ve olabilecek parti içi bölünmelerin ve oy kaybının önüne geçmeye çalıştı. Referandum tabandan gelen radikal demokrasinin bir örneği değildi, bilakis kapitalizmle uzlaşan ve ona teslim olan projenin kitlelere dayattığı bir manevraydı.

Podemos kendisini 24 Mayıs’ta İspanya’da gerçekleşen yerel seçimlerde üçüncü büyük parti olarak konsolide etti. Podemos’un yönetimi “dürüst“ yani yolsuzluğa bulaşmamış bir hükümet kurma hedefinde. Bunun tercümesi ise; Podemos’un kapitalist devletin hükümetini yönetme hedefi olduğudur. Kendi tanımlamalarıyla Podemos “ne sağ ne de sol“ bir partidir. Lakin en geç hükümette iken kapitalist sınırlandırma ve tasarrufuna karşı teslimiyet bayrağını çekmeye mecbur bırakılacaktır. Partinin sorunlu unsurları ise kısa bir süre içerisinde kendini göstermeye başlamıştır: Stratejik sektörlerin kamulaştırılması ve dış borçların ödenmemesi taleplerinden daha şimdiden feragat edildi.

Podemos Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk büyük kazanımına ulaştıktan sonra, yönetim kadrosu taban insiyatifi kuruluşlarının gücünü kısıtladı ve en güçlü muhalif örgüt konumundaki Birleşik Sekreterya’nın İspanya seksiyonu olan Izquierda Anticapitalista’ya saldırılar başlattı. Geçen yılın Sonbahar’ında gerçekleşen kuruluş kongresinde alınan karar ve pasif online seçimlerin onayı ile Genel Sekreterin gücü kendi merkezinde topladığı bir örgütlenme modeli seçildi. Buna ilaveten; çift üyeliğe sahip olanların Podemos içinde gerçekleşen seçimlerde aday olamayacağı kararlaştırıldı. Bu çizgi demokrasinin karikatürize edilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır!

Kürt siyasal ve ulusal hareketinin esas dinamiğini oluşturduğu HDP’nin stratejisi ise “öz yönetimli demokratik özerkler“ ile Türk devletinin kültürel ve sosyal demokratikleştirilmesine dayanıyor. Bu özerkler sınıf uzlaşmacı bir karaktere sahiptirler, çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetine karışılmamakta. 90’lı yıllarda Kürtler köy yakılmaları dolayısıyla Türk büyükşehirlerine göç etmek zorunda bırakıldıklarında ve Türk burjuvazisi tarafından ucuz iş gücü olarak sömürüldüklerinde, Kürt hareketi sınıf sömürüsü yerine kimlik sorununu ön plana çıkardı. PKK birkaç toprak ağalarına karşı verdiği mücadelede bile esas sorunu toprak ağalarının Türk devleti ile işbirliğinde görmüş, fakat toprağın özel mülkiyeti ve tarım işçilerinin sömürülmesine karşı yoğunlaşmamıştı.

Bir arabulucu olarak HDP esas odağı olan “barış sürecinin“ sürdürülmesi için PKK ve Türk devleti arasında mekik dokuyor. Fakat bu süreç, Türk devleti tarafından tek taraflı olarak dondurulan dikte sürecinden başka bir anlam taşımıyor. Her ne kadar HDP sendikalar ile bağlantılı bir oluşum olsa da, işçi mücadeleleri sürecinde salt sembolik dayanışma bildirileriyle yetiniyor. Bunun esas sebebi; HDP’nin Türk burjuvazisine karşı kendisini hükümeti yönetmeye muktedir bir aktör olarak kanıtlama hevesi ve kendi safına yer alan Kürt burjuvazisinin bazı temsilcilerini korkutmama duyarlılığından kaynaklanıyor.

“Radikal“ demokratikleştirme yerine devrimci kırılma

Neoreformizm sistematik olarak kitlelere eşitliğin ve özgürlüğün sermaye ile uzlaşma aracılığla gerçekleşeceği palavralarını enjekte ediyor. Lakin pratikte bu durum çok farklı gözükmektedir: Bu partiler henüz sosyal demokrat perspektiflerinin bile sınırına ulaşmış durumdadır.

Her ne kadar demokratik cumhuriyet “kapitalizmin mümkün en iyi kabuğu“ (Lenin) olsa da, tarih burjuvazinin sınıf işbirlikçilerinin yardımı ile kriz zamanlarında işçi sınıfının kazanımlarına saldırarak kendisini kurtarma çabalarına girdiğine tekrar tekrar tanık olmuştur. Demokratik sorunun çözümü; proletaryanın ve ezilen kitlelerin, demokratik hakları sürekli devrimci seferberlik biçimi ile burjuva devletinin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması doğrultusunda kullanmasından geçer. Esas manada “radikal demokratik“ talepler bu amaca hizmet etmekten başka bir işleve sahip olamaz.

Mehr zum Thema