Marksistler TAK’ın saldırılarına nasıl yaklaşırlar?
Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK), Erdoğan rejiminin Kürt halkına karşı olan savaşını Türk metropollerine taşımaya çalışıyor. Son aylarda Ankara'da düzenlenen 2 saldırıyı üstlenen TAK'ın eylemleri meşru öz savunma olarak değerlendirilebilir mi?
Bir ay içerisinde Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) başkent Ankara’nın merkezinde 2 bombalı eylem düzenledi. 17 Şubat’ta gerçekleşen ilk eylemde TSK personelini taşıyan servis araçları hedef alınmış, 27 asker ve 2 sivil hayatını kaybetmişti. 13 Mart’ta düzenlenen ikinci eylemde ise özellikle siviller hedef alındı: Kızılay meydanında 37 sivil bombalı eylemin ardından hayatını kaybetti. 2005 yılından itibaren 10 tane saldırıyı üstlenen TAK, bu eylemlerde 27 asker ve 93 sivilin hayatını kaybetmesine neden oldu.
Öte yandan, Kuzey Kürdistan’da aylardır vuku bulan devlet terörünün bilançosu egemenlerin örgütlü şiddetinin vahşi boyutunu gözler önüne seriyor: İnsan Hakları Vakfı’nın 18 Ağustos 2015 ile 18 Mart 2016 tarihleri arasında yayınladığı bilançoya göre 7 şehirde en az 63 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı uygulandı ve en az 310 sivil resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, ilgili çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirmiştir. Bunun haricinde Türk devletinin askeri taarruzu evinden, köyünden ve dükkanından olan onbinlerce insanı zorunlu göçe maruz bırakmıştır.
Ankara’da gerçekleşen saldırıların Türk rejiminin Kuzey Kürdistan’da uyguladığı katliamlar ile doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Kürt halkına karşı yürütülen savaş olmamış olsaydı, bu saldırıların gerçekleşme ihtimali epey düşük olurdu. Bu sebepten dolayı, Türk devleti gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kürdistan’da öldürülen sivillerin esas sorumlusudur.
Kimdir bu Özgürlük Şahinleri?
Türk hükümetine göre TAK PKK’ye bağlı bir örgüt. Bu tabii ki yalan bir haber. TAK, PKK’den ayrılan radikal-militant bir örgüttür. Kendi sitelerinde örgütün geçmişi ve siyasi çizgisi hakkında bilgi edinmek mümkündür:
„TAK Kürt halkına ve Önderliğine reva görülen koşulların doğurduğu bir örgüttür. Bir dönem PKK içerisinde yer alıp düşmana karşı savaştık, fakat Türk devletinin mevcut yaklaşımları sorunu uzlaşma yöntemiyle değil, bastırma ve imha yöntemiyle çözmeye çalıştığı tüm kamuoyu tarafından da görülmektedir. Kongra-Gel’in ve HPG’nin siyasal dengeleri gözeten mücadele yöntemlerini zayıf bulduk. Bundan dolayı 1,5 yıl önce örgütten ayrılıp TAK oluşumuna gittik. Devlet terörü Önderliğimiz ve halkımız üzerinden uygulamalarını sürdürüyorken, buna pasif mücadele yöntemiyle karşılık veremezdik. Tüm bu saldırı ve yönelimlere karşı daha radikal bir pozisyon içerisinde olacağız.“
TAK işgale ve savaşa karşı derin öfke barındıran yeni nesil gençliğinin bir kesmini temsil ediyor. Aynı zamanda TAK’ın kuruluşunun Kürt hareketinin uzlaşmacı çizgisinin siyasal iflasına dayandığını belirtmek önemlidir. Ulusal sorunun müzakere ve parlamentarizm ile aşılacağı yanılsaması çürütülmüştür. Bu yüzden marksist bir PKK eleştirisi yapmak büyük anlam ve önem içeriyor.
Lakin TAK’ın benimsediği araçlar sömürü ve ulusal baskıdan kurtuluş hedefine ulaştırır mı?
Onların şiddeti ve bizim şiddetimiz
„Terör“ 19. yüzyılda Haziran 1793 ile Temmuz 1794 tarihleri arasında Fransız devriminin en radikal dönemine tekabül eden süreçte ezilen kitleler nezdinde meşruiyete sahipti. „Terör Dönemi“ karşı devrimi kanlı bir biçimde engellemesi ile manifestolaştı: Bu dönemde feodal haklar ortadan kalkarken, burjuva hakları ve özgürlükler sağlandı.
Lakin bugün „terör“ kavramı burjuva düzenininde muhalif güçleri itibarsızlaştırmak ve kriminalize etmek amacıyla uluslararası güvenlik siyasetinin anahtarı olarak hizmet ediyor. „Teröre karşı mücadele“ bugün emperyalist güçlerin Orta Doğu ve Afrika’daki barbarca saldırılarına meşruiyet kazandırmak için kullandıkları paroladır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da muhalif gençler, işçiler, akademisyenler ve siyasetçiler bonapartist Erdoğan rejimi tarafından „terörist“ olarak damgalanıyorlar.
Sınıf düşmanı muhalefetin terörizminden yakınıyor. Bu bağlamda Ekim devriminin örgütleyicisi ve Kızıl Ordu’nun önderi Lev Troçki düşmanın duruşunu net olarak açıklıyor:
„Onlar proletaryanın, sınıf düşmanlarının çıkarlarına karşı yöneltilmiş olan tüm etkinliklerini terörizm olarak yaftalamak istiyorlar. Onların gözünde grev, terörizmin başlıca yöntemidir. Bir grev tehdidi, grev gözcülerinin örgütlenmesi, köle çalıştırıcısı patrona karşı ekonomik boykot, kendi saflarımızdan çıkan bir haine karşı ahlâki boykot; bunların tümünü ve daha birçok şeyi, terörizm olarak adlandırıyorlar. Eğer terörizm, bu şekilde düşmanda korku uyandıran veya ona zarar veren her türlü eylem olarak anlaşılırsa, doğal olarak tüm sınıf mücadelesi terörizmden başka bir şey değildir.“
Kapitalist devlet aygıtı yasalarıyla, polisiyle, ordusuyla ve hapishaneleri ile kapitalist terörün bir ifadesidir. O, „uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünüdür“ (Lenin). Marksistler bu nedenle ezilenleri parlamenter-reformist temelde egemenlerle uzlaştırmayı amaçlayan pasifist çizgiyi reddederler. Marksizm sınıf mücadelesine dayanır, kapitalizm içinde sosyal barış fikrine değil. Bu açıdan şiddet marksistler için nesnel amacına uygun olduğu takdirde, yani işçi sınıfının iktidarı fethetme yolunda öz örgütlenmesine hizmet ediyorsa, önemli bir amaçtır.
Antikolonyal şiddet ve ulusların kendi kaderini tayini
Lakin devrimci marksistler spekülatif şiddet teorilerinden uzak dururlar: Frantz Fanon’un ünlü yapıtı „Yeryüzünün Lanetlileri“ şiddeti psikolojik temelde inceliyor: “Şiddet bireyler düzeyinde temizleyici bir güçtür. Yerliyi aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve hareketsizlikten kurtarır; onu korkusuz kılar ve özsaygısını yeniden sağlar.” Fanon’a göre silahli mücadele, ulusal kurtuluş için mücadele eden ezilen ulusların dirilmesine hizmet edecektir. Lakin şiddetin temizleyici gücü salt psikolojik açıklanamaz, aksi takdirde şiddet esas amaca dönüşür. Halbuki şiddet bir sonraki hedefe ulaşmada bir araçtır. Biz marksistler daima sorarız: Şiddet hangi stratejik amaca hizmet eder? Bu sorunun cevabı, hangi sınıfın şiddeti uyguladığı analizinden ayrı tutulamaz.
Fanon proletaryanın devrimci önderlik potansiyelini reddederek stratejik çıkmaza sürükleniyor. Lakin bu zamana kadarki ulusal mücadelelerin esas hatası, kendi burjuvazisi ile işbirliği uğruna proletaryanın sınıf bağımsızlığından feragat etmesidir. Son tahlilde antikolonyal hareketler sömürücü veya emperyalist güçlere karşı teslim olmuşlardır. Çünkü, „Ezilen ulus burjuvazisi, işçileri aldatmak için sürekli olarak ulusal kurtuluş sloganlarından yararlanır. Bu sloganları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır. Dış politikada ise, kendi yağmacı amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist güçlerden biriyle uzlaşmak için çaba gösterir.“ (Lenin)
Bu bağlamda sınıf mücadelesi ulusal baskıya son vermek amacıyla bir zorunluluktur. Bolşeviklerin ulusal siyaseti (ulusların kendi kaderini tayin hakkı) sosyalist programın esas ilkelerinden birisiydi. Çünkü Çarlık Rusya’sı „Halkların hapishanesi“ olarak tanınıyordu. Bu ilke doğrultusunda 1921 yılında Sovyetler Birliği ezilen uluslara siyasi eşitliği tanımak amacıyla 8 Cumhuriyet ve 20 Özerk bölge ile kuruldu. Finlandiya, Polonya ve Baltık ülkelerinin Rusya’dan ayrılma talebi koşulsuz olarak tanındı.
Bu açıdan yöntemler ve araçların işçilerin öz örgütlenmesinin ve kollektiv sınıf bilincine olan güveninin güçlendirilmesine hizmet etmesi gerekmektedir. Kürt işçilerinin düşmanı Türk işçileri değil, Türk burjuvazisinin yanı sıra kendi ayrıcalıklarını muhafaza etmek amacıyla Kürt gençliğinin kahramanca direnişini itibarsızlaştıran Kürt burjuvazisidir.
Özellikle bu sebepten dolayı bireysel terör bizim gözümüzde kabul edilemez, „çünkü kitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar.“(Troçki, Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar?)
Devrimci şiddet sınıf mücadelesi anlamını taşır
PKK’ye yakın duran yapılar da TAK’ın saldırılarına karşı tutum alıyorlar. Kürt gazeteci Amed Dicle yazısında ahlaki-uzlaşmacı sonuçlar çıkartıyor: „TAK eylemlerinde sivillerin ölmesi asla tasvip edilmez. Buna karşı çıkmak, eleştirmek, kınamak gerekir ve bu herkesin hakkıdır. (…) Fakat bu durum ‘TAK’ gerçeğini değiştirmez. (…) Bu gibi yapılan aktif olmaması için, tek çözüm yöntemi devletin Kürtlere dönük zulmüne, imha-inkar politikasına son vermesidir.“
TAK’ın bireysel terörizmi bir çok açıdan sorumsuzcadır. Lakin devrimci marksizm değerlendirmesinde „saf ahlaki“ veya burjuva pasifist çıkış noktasını kullanmaz. „Bireysel terör“ yasak mıdır, değil midir sorusunu da gündemine almaz. Tam tersine bizler ulusal ve siyası baskıya karşı yürütülen mücadeleler ile dayanışmamızı açıklıyoruz. Lakin bizim için esas olan, TAK’ın şiddetinin hangi etkilere sahip olacağıdır:
1. TAK’ın saldırıları objektif olarak Erdoğan’ın bonapartlaşma projesine hizmet etmektedir. Çünkü kendisi, Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşı tek çözüm yolu olarak sunmaktadır.
2. Bu „intikam yöntemi“ Kürt halkını Türk işçi sınıfından, yani sömürü ve baskıdan kurtuluş yolunda esas müttefiğinden ayırmaktadır.
3. Saldırılar Türk devletinin, Kuzey Kürdistan’daki askeri taarruzu için „toplumsal destek“ almasına hizmet ediyor.
4. Türk devletinin savaş suçlarına karşı protestoları örgütleyecek muhafeletin pasifize edilmesi söz konusudur.
5. TAK „büyük intikamcı ve kurtarıcı“ umudunu yaydığından dolayı, Kürt işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesine sebep oluyor.
Bireysel terör, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin reddine dayanmaktadır. Bu ideoloji aynı zamanda yenilginin dışa vurumu, kapitalizme karşı olan mücadelenin sınırlandırılması ve sadece bireysel saldırılar ile çırpınması anlamına geliyor. Bireysel terörün artışı özellikle sınıf mücadelesinin zayıflığına ve kapitalist terörün kalkınmasına dayanmaktadır. Bu şekilde AKP hükümeti askeri taarruzu için Türk burjuvazisinden mutlak destek almaktadır.
Bu arada HDP müzakere masasına geri dönüş talebini iletmek için hiçbir fırsatı kaçırmamaya özen göstermeye devam ediyor. Amed’te gerçekleşen ve bir milyonu aşkın kişinin katıldığı geleneksel Newroz etkinliğinde HDP Türk devletine „çözüm sürecini“ adres gösterdi. Lakin bugün başka siyasi koşullar hakimdir: HDP Erdoğan’ı meclise girerek başkan yaptırmadığından ve Rojava Erdoğan’ın Suriye politikasının tam karşısında konumlandığından dolayı „Kürt halkına karşı savaş“ bir seçenek değil, rejimin varlığı için zorunluluk haline gelmiştir.
Bu bağlamda barışa ve kurtuluşa giden tek yol Türk kapitalist devletinin Kürt ve Türk işçi sınıfının devrimci seferberliği ile parçalanmasından geçmektedir. Türk işgaline karşı Kürt gençliğinin öfkesini kınamak yerine, onu devrimci program ile desteklemek gerekmektedir. Sonuç olarak Troçki’nin 1911 yılında yazdığı bireysel terör üzerine yazısının son pasajı halen geçerliliğini korumaktadır:
„Proletaryanın taşıdığı intikam duygusunu söndürmek değil, tam aksine onu tekrar tekrar kışkırtmak, derinleştirmek ve bu öfkeyi tüm adaletsizlik ve insani alçaklığın gerçek kaynaklarına karşı yöneltmek; Sosyal Demokrasinin görevi budur.
Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bakan denen bazı görevlilerle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.“