Kırılgan Türk Bonapartizmi
Sultan, diktatör veya zorba: Erdoğan'ın baskıcı karakteri hakkında muhalifler tarafından çeşitli tanımlar yapılıyor. Lakin bu tanımlamalar şiddetin boyutundan ziyade söz konusu olan rejimin eğilimlerini ve çelişkilerini içermemektedir. İki bölümlük yazımızda Türk bonapartizmini marksist temelde açıklıyoruz.
10 Ağustos 2014 günü Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimini kazandığında, Türk rejimi için yeni bir sayfa açılmıştı: Seleflerinden farklı olarak Erdoğan makamın sahip olduğu geniş yetkileri kullanarak, yürütmeyi kendi kontrolü altına aldı. Bu durumu hükümeti yönetme olarak açıklayabiliriz. Kendi sözleriyle durumunun başka bir tanımlamasını yapmak gerekirse eğer; „Türkiye’nin yönetim sistemi değişilmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun anayasal olarak kesinleştirilmesidir.“
Bu andan itibaren Türk rejimi bonapartistleşme sürecinin yeni bir aşamasına geçti. Bu tarih siyasi atmosferin kökten değiştiği, önceden görülen bonapartist eğilimlerin pekiştirilmesi olarak literatüre geçer: Aralık 2013’te nihai olarak çözülen Gülen cemaati ilen ittifak, askeri bürokrasinin transformasyonunun derinleşmesi ve meclise ait olmayan sol kemalist muhaliflere yapılan baskılar yürütmenin aşırı özerkleşme sürecini hızlandıran adımlardı. Lakin Erdoğan’ın Kürt hareketine karşı olan duruşu tam olarak açığa çıkmamıştı: HDP temsilcileri ile yürütülen „barış süreci“ ülkenin demokratikleştiği yanılsamasına sebep oluyordu. Zira Kürt sorunu ülkenin en önemli siyasi konusudur. Erdoğan için barış süreci bonapartizm yolunda pragmatik bir hamleden başka bir anlam taşımıyordu. İç ve dış politikadaki bütün popülist manevralarında „Kürtlerle barış“ kartını kullandı. Özellikle HDP içindeki burjuva fraksiyonlar Gezi direnişi ve 17 Aralık 2013 yolsuzluk skandalları gibi Erdoğan’ın hayati kriz anlarında AKP ile ittifaktan yanaydılar. Erdoğan gibi Abdullah Öcalan da yolsuzluk skandalını Erdoğan’a karşı bir darbe girişimi olarak değerlendirdi. Bu süreçte Kürt halkı özellikle „barış görüşmelerine“ ve Rojava’yı savunmaya odaklanmıştı.
Başarısızlığa uğrayan 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bonapartlaşma sürecinde niteliksel bir sıçrama yaşandı. Bunu Erdoğan anayasa değişikliği ile zirveye çıkarma amacında: 16 Nisan’da Türkiye’de referandum yoluyla başkanlık sistemi oylamaya sunulacak. Fakat bu referandumun Erdoğan için başarılı geçeceği henüz netlik kazanmış değil. Bilakis güncel anketlerde „Hayır“ gözle görülür biçimde önde gözüküyor.
Yeni anayasa taslağına göre başkanı yasal yollardan görevden almak imkansız. Bilakis başkanın meclisi feshetme, meclisin kararlaştırdığı yasaları reddetme, bakanlar kurulunu ve yargıyı tek başına belirleme yetkisi olacak. Yani referandumda hali hazırda süren, KHK’lar ile yönetilen OHAL’in pekiştirilmesi söz konusudur. Bu gelişim burjuva demokrasisi içinde parlamenter düzeyde iktidar değişimini fiili olarak imkansız hale getirecektir.
Bu sürecin arka planında ne yatıyor? Bonapartist eğilimler nereden geliyor ve sınırları nelerdir?
Türk burjuvazisinin çürük ve bağımlı yapısı
Türk burjuvazisi haydutça bir tarihe sahip. Onun zenginliği ve özel mülkiyeti Ermeni soykırımına, Ermenilerin, Pontus Rumlarının, Asurluların, Süryanilerin ve Kürtlerin mülkiyetinin kanlı biçimde el konulmasına dayanır. Modern Türk devleti Türk burjuvazisinin hristiyan rakiplerini kararnameler yoluyla istimlak etti ve otoriter biçimde ülkeyi modernleştirdi. Her ne kadar Türk burjuvazisi bundan faydalansa da, bu siyaset onun aynı zamanda bağımsız rolünü ortadan kaldırdı. Bu arada demokratik sorunlar çözüme kavuşmadı ve ordu her şeye kadir oldu.
Türk burjuvazisi kendiliğinden ülkenin siyasi durumunu belirleyecek güce hiçbir zaman sahip olmadı. 1980’lere kadar devletçilik ve ABD bankalarına ve IMF’ye dış borçlanma ekonomik durumunu belirledi. Bu sebeple onun ekonomik gelişme kaderi emperyalist burjuvaların elindeydi. Sonrasında Turgut Özal döneminde 1983-93 yıllarında dış sermayenin hizmetinde köklü ve sistematik biçimde özelleştirme dalgası yaşandı. Esas üretim araçları batılı emperyalistlerin eline geçti. Türk burjuvazisinin bonapartizme olan siyasal bağımlılığı onun kökeni ve gelişimi ile açıklanmaktadır.
Türkiye’deki tüm demokratik çabalar soykırım ve katliamlar ile sonlandı. Bunun sebebi Türk burjuvazisinin demokratik talepleri karşılayacak güce ve isteğe sahip olmamasından kaynaklanıyor. İşçi sınıfı ise siyasal olarak burjuvaziyi gücünden edecek, iktidarı alacak ve demokratik talepleri kendi başına karşılayacak güçte ve örgütlülükte değildi. Böylelikle 1908 burjuva devrimi Birinci Dünya Savaşı’na katılım, Ermeni Soykırımı ile sonlandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu Yunanlıların ülkeden def edilmesi ve yüzbinlerce Kürt’ün katledilmesi takip etti.
Türk burjuvazisi kriz durumlarında her seferinde her şeye kadir olan ordunun müdahalesine ihtiyaç duyuyordu. 1960 ve 1980 yıllarında hükümete el koyan TSK, 1971 ve 1997 yıllarında hükümetleri görevinden etti. Bu siyaset Türk burjuvazisine göreceli emperyalist burjuvalar ile iş birliği ve bölgesel güç rolünü imkanını sağladı. Sonradan başta Avrupa Birliği olmak üzere dünya pazarına açıldı. 1996 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kapsamındaki ürünlerin satışı için Türkiye ve Avrupa Birliği arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulmuştur. Avrupa Birliği’ne üyelik esas projeydi.
AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde, ekonomik olarak çöküşte olan ve devlet aygıtları Kürt hareketi ile savaşta bitap düşmüş ülkeyi rehabilite etme görevini üstlenmişti. Türk burjuvazisinin laik ve islamcı kanatları ve en tanınan entelektüel liberaller AKP’yi açıktan desteklediler. Zira onlar bu krizi kendi başına çözme konusunda yetersizlerdi. Türk burjuvazisinin çürük ve bağımlı karakterini anlamak için Troçki’nin Hindistan burjuvazisine yönelik tanımlamaları yararlı olacaktır:
Hindistan burjuvazisi İngiliz kapitalizmine göbekten bağlıdır ve ona bağımlıdır. Kendi mülkiyetleri üzerine titrerler. (…) Bedeli ne olursa olsun İngiliz emperyalizmiyle arayı bulmaya çalışırlar ve Hindistan halkını yukarıdan gelecek reform umutlarıyla uyuştururlar.
Bugün ülkenin ekonomik yapısı salt tarım sektörü ve tekstil endüstrisinden oluşmuyor. Gayri safi milli hasılanın en büyük kısmı emperyalist şirketlerin hakimiyetinde olan elektrik ve otomobil sanayisinden geliyor. Türkiye’de yıllık bir milyondan fazla araba ve tır üretimi yapılıyor. Alman MAN ve Daimler’in taşıtları burada imal ediliyor. Ayrıca Toyota, Ford, Fiat ve Renault gibi şirketler de burada üretim yapıyorlar. Türkiye bölgeler üstü bir pazar halinde geldi. Kendisi bölgesel bir güçtür, lakin göreceli özerkliğine rağmen kaderi emperyalist güçlerin merhametinden kurtulmuş değildir.
Ekonomik değişimler ve Türkiye’nin emperyalist çıkarların uzantısı olma rolü Türk burjuvazisini TSK’nın üstün yetkilerinin ve gücünün gerekliliğinden kurtulmasına hizmet etti. TSK bu haliyle yük olmaya başlamıştı ve sorgulanmaya ihtiyacı vardı. Burada Kürt ulusal mücadelesinin merkezi bir rol oynadığını belirtmek elzemdir. Türk ordusu Kürt mücadelesini büyük askeri giderlere rağmen sindiremedi. Türk devletinin Kürt halkının parlamenter siyasi temsiliyetine engel olma çabaları sadece geçiçi olarak başarılı oldu. Kürt hareketi her zaman ayağa kalktı ve kahramanca mücadelesine devam etti. Ordunun yetkilerinin zayıflatılacağı anlamına gelen „devletin demokratikleştirilmesi“ talebi Türk burjuvazisinin esas siyasi taleplerinden birisi oldu.
Organik kriz zamanlarında bonapartist eğilimler güçleniyor
Fakat bu süreç düz bir çizgide gelişmedi. Türkiye’nin bölgesel güç çalışmalarının iflası ve çıkmaza girmesi, ülkedeki liberalleşme sürecinin de sonunu getirdi.
Erdoğan’ın 2014 yılında cumhurbaşkanı olmasından ve özellikle 2016 yazındaki darbe girişiminin başarısız olmasının ardından bugün Türk burjuvazisi içindeki çatışmalar en net halinde ortaya çıktı. Yürütmenin Erdoğan’ın kontrolünde aşırı özerkleşmesi çürümüş parlamenter sistemin burjuvazi ve devlet aygıtı arasındaki çatışmaları çözememesine dayanıyor. Erdoğan burjuva fraksiyonlarını birleştirecek bir konsensüs bulamıyor. O, bonapartist anayasa reformu ile devlet aygıtlarını hükümetin hizmetine sokmaya çalışıyor.
Bu gelişim Antonio Gramsci’nin tanımladığı „organik krizin“ bir dışavurumudur. Bu kriz özellikle dünya ekonomik krizin başladığı 2008 tarihinden itibaren dünya çapındaki eğilimlere yerleşmiş durumdadır.
Organik kriz neoliberal düzeni temelden sarsıyor. Antonio Gramsci’ye göre bu kriz konjonktürel ve geçiçi değişimlerden ve krizlerden farklıdır. Bu kriz daha ziyade bütün rejimin ekonomik, sosyal ve siyasal düzeyini konu alır. Bu kriz sistemin kökten ve dermansız çelişkilerini açığa çıkarır. Egemen sınıf daha doğrusu kurulu düzen bu çelişkileri alışılagelmiş yöntemler ile aşacak durumda değildir.
Yani sorgulanmanın ve yeni düşünce tarzlarının devri başlar. Bunlar kurulu partilerin krizinin, temsiliyet ve meşruiyet krizinin dışa vurumlarıdır. Organik kriz doğrudan devrimci iktidar değişimi ile bağlantılı değildir. Ondan ziyade işçi sınıfının iktidarı alamayacak durumda olmasına, bu arada burjuvazinin de krizi aşacak reçeteye sahip olmamasına dayanır. Gramsci’nin dediği gibi „eskinin öldüğü ve yeninin henüz doğmadığı“ bir durum ortaya çıkar.
Komünist Enternasyonal’in üçüncü kongresinde yapmış olduğu „devrimci stratejinin okulu“ adlı sunumda Troçki hemen hemen aynı argümanları getiriyor:
Eski toplumda hüküm süren ve gerici olan toplum sınıfı, üretim güçlerinin ihtiyaçlarını karşılayan yeni bir toplum sınıfına yerini devretmelidir. (…) Lakin bu her zaman böyle gelişmez. (…) Bilakis, tarih bir çok kez eski toplumun bitkin olmasına rağmen, onu devirecek sınıf olmadığı için hayatta kaldığına tanıklık etmiştir. (…) Bu şekilde insani toplum aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir biçimde gelişim göstermemiştir. Hayır, durgunluğun, barbarlığa düşüşü içeren uzun devirler yaşanmıştır.
Bizler dünya çapında „keskin dönüşlerin yaşandığı, hem bonapartist çözümlerin hem de sınıf mücadelesinin yeni süreçlerinin ve siyasal radikalleşmenin gündemde olduğu çağda“ yaşıyoruz.
Friedrich Engels Adolph Sorge’ya büyük depresyonun yaşandığı 1890 yılında yazdığı mektupta „Mevcut hükümdarlar güruhunun hepsi ister istemez bonapartistleşmektedir“ diye belirtir. Bugün, organik krizin güncel periyodunda bonapartist eğilimlerin güçlendiğini söylemek abartı olmaz.
Bonapartizm analizinde salt rejiminin baskıcı boyutu analizin esas dayanağı olamaz. Daha ziyade Bonaparte’ın burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı arasında nasıl konumlandığı, hangi kurumlardan ve aygıtlardan nasıl destek aldığı ve bunu sınıflar arasında nasıl kullandığı esas konudur. Daha farklı bir biçimde açıklamak gerekirse eğer; Bonaparte’ın esas sınıflardan kendi siyasi bağımsızlığını kadar geniş çapta muhafaza ettiği ve bunu sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasında nasıl çıkar aracılığı yönünde kullandığı merkezidir.
Bonapartizm derken, ekonomik açıdan egemen olan sınıfın demokratik yönetim usulleri için gerekli özelliklere sahip olmakla birlikte, mülkiyetini muhafaza etmek adına tepesinde bir asker ve polis aygıtının, taç giymiş bir “kurtarıcı”nın dizginsiz egemenliğine müsamaha göstermek zorunda kaldığı rejimi kastediyoruz. (Troçki, Bir kez daha Bonapartizm üzerine)
Lakin Erdoğan’ın bonapartizmi Troçki’nin analiz ettiği ve Weimar Cumhuriyeti’nden hükümetlerin (Brüning, von Papen und von Schleicher) örnek olarak gösterilebileceği 1930’lı yılların bonapartizminden epey farklıdır. Türk bonapartizmi iki esas düşman sınıfın keskinleşen savaşından doğan pat durumunu kontrol etmek amacıyla oluşan hakem rolüne dayanmıyor. Onun yerine, yukarıda belirttiğimiz gibi, Türk parlamentarizminin burjuvazi ve devlet arasındaki çatlakları ortadan kaldıramamasına dayanmaktadır. Güncel durumun burjuva demokrasisinde parlamenter düzeyde iktidar değişimini imkansız hale getireceğini belirtmiştik. Bu aslen hali hazırdaki koşulları göz önünde bulundurduğumuzda Bonaparte’dan kurtuluşun iki yolu oldugu anlamına geliyor: Ya „Arap baharı“ sırasında Mısır ve Tunus’taki gibi isyanlar Bonaparte’ın sonunu getirecek ya da daha gerici bir rejim tarafından görevinden edilecek.
Erdoğan’ın sanatı, onun her dönemeçte değişen ittifaklar ile iktidarını muhafaza etmesine ve genişletmesine dayanır. Bugün aşırı milliyetçi MHP Erdoğan iktidarının payandasıdır.
Dış politikadaki iflasında ve iç politikada kurulan terör egemenliğininde gözüken Türk bonapartizminin sınırlarının ne olduğunu bir sonraki yazımızda daha derinlemesine inceleyeceğiz.