Erdoğan her şeyi istiyor
// Deutsch- Almanca //
// Türkiye’deki 7 Haziran seçimleri salt Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarını kapsamıyor. Esas soru, solun otoriter iktidara karşı nasıl örgütleneceğidir. //
Türkiye’de 7 Haziran’da genel seçimler yapılacak. Türk rejimi, ekonomik gerilimin ve büyük grev dalgasının belirlediği kritik bir süreçte. AKP hükümetinin otoriter çizgisi kalınlaşırken, aynı zamanda HDP’nin yükselişi dikkat çekiyor.
Türkiye’deki Kriz
AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde, Türkiye ağır bir ekonomik kriz sürecinden geçiyordu. Yaklaşık 13 senedir Recep Tayyip Erdoğan’ın neoliberal hükümetinin özelleştirmeler ve prekaryalaştırma temelinde uyguladığı politikanın amacı, krizi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda aşmaktı. Bunun yanı sıra yolsuzluk skandalları, Kürd halkına, Alevilere, gençliğe, kadınlara ve diğer azınlıklara yapılan saldırılar ve basın özgürlüğünün sınırlandırılması da hükümet politikasının başlıca unsurları arasında yer almaktadır.
Türkiye’nin dünya ekonomik kriz sürecinde balon ekonomisi aracılığıyla büyümesinden Türk sermaye sınıfını istifade etti. Lakin bu eğilim şu sıralar aksi yönde ilerlemekte: Ekonomik büyüme şiddetli bir şekilde yavaşladı, Doların artması bütün ülke çapında etkisini hissettiriyor ve 24 yaşının altında bulunan her üç gençten birisi işsiz. Ayrıca Türkiye işçi cinayetlerinde Avrupa’nın lideri konumunda: AKP iktidarlığında toplam yaklaşık 16 bin işçi hayatını kaybetti.
AKP rejimine karşı artan rahatsızlığın dışa vurumu 2013 yılının Haziran ayında Gezi direnişi ile gerçekleşti. Milyonlarca insan sokaklara çıkıp, ülkeyi sarstı. Lakin direniş hareketinin işçi sınıfını aktif mücadeleye çekememesi ve devrimci önderlikten yoksun olması, hareketin hükümet karşısında yenilgi ile sonuçlanmasına sebep oldu. AKP bu krizi sadece geçiçi bir süre aşabildi, çünkü yarı-sömürge ülkede neoliberal ve otoriter model uzun dönem istikrar garantisine sahip olamaz. Bu sebepten dolayı, AKPnin izlediği yol Türk burjuvazisinin uzun dönem çıkarlarını tehdit eden konuma geldi.
Yaklaşık bir senedir cumhurbaşkanı olan ve de facto „hükümeti yöneten“ Erdoğan’ın dış politikası iflas etmiş durumda. NATO üyesi ve ABD’nin stratejik ortaklarından birisi olan Türk devleti, Arap baharının ortaya çıkışı ile beraber bölgede ve özellikle Mısır’da „Türk modelini“ yayma çabalarına girişti. Bölgesel güç olma yolunda araç olarak kullanılan bu modeli neoliberal ılımlı islami partinin iktidarında parlamenter demokrasi olarak tanımlayabiliriz. Lakin bu konsept tamamen başarısızlığa uğradı ve Türk devleti dış politikada şu sıralar bilhassa Suriye, Mısır, Irak ve Libya’da düşmanca ilişkilere sahip.
Her ne kadar işçi sınıfı Gezi direnişi sürecinde sporadik bir şekilde katılımda bulunsa da, özellikle genel seçimler periyodunda ekonomik krizin etkilerine karşı bir muharebe başlattı. AKP hükümeti havacılık, maden, inşaat, taşımacılık, ulaşım ve eğitim alanlarında ulusal güvenlik sebebini öne sürerek işçilerin grev hakkını elinden alırken, buna karşı çalışmalarda bulunan sendikalar baskılara maruz kaldı. Buna karşılık, hükümet ile işbirliği içinde bulunan sendikalar ise bu politikalardan istifade etti. Tüm bu gelişmelere rağmen, Türkiye’nin güncel gündeminde grevler yer almakta. Özellikle metal sektöründeki grevler ülkeyi sarsan eğilimlere sahip. Son haftalarda bir çok fabrikada maaş arttırımı talebi ile Türk Metal sarı sendikasının ve onun işbirlikçi bürokratlarının baskılarına rağmen işçiler greve gittiler. Türkiye’deki metal sektöründeki üretimi durduran ve bazı fabrikaları işgal eden işçiler, kendiliğinden mücadelenin sınırlılıklarına rağmen kısmi kazanımlarla grev sürecini sürdürmekteler.
Bonapartistleşmede sıçrayış
AKP, bütün gerilimlere rağmen geçen 2 seçim periyodunu sadece marjinal bir kaç kayıpla kazanabildi. Genel seçimdeki güncel kampanyası ise Erdoğan’ın uzun süredir çabaladığı bonapartistleşme sürecinde atılacak yeni adımları kapsıyor. Parlamenter sistemi buzdolabına koymayı amaçlayan Erdoğan için bu temelde AKP yeni bir anayasa vaadi veriyor: Bu anayasaya göre oluşturulacak başkanlık sisteminde yargı, ordu ve hatta meclis yasal olarak Başkan’ın kontrolü altına alınacak.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Türk ve emperyalist burjuva sınıflarının çıkarları doğrultusunda bir çok sefer darbe yapan TSK, Erdoğan’ın başbakanlık döneminde tasfiyelere ve yargılanmalara uğrayıp, hükümet kontrolü altına alındı. Geçmiş dönemlerde Türk burjuvazisi egemenliğini muhafaza edebilmek için askeri diktatörlüklere ihtiyaç duymuştu. Lakin askeri vesayet özellikle ekonomik krizin patlak vermesi ile beraberi, rejimin ekonomik ve politik istikrarı karşısında bir tehdit oluşturmaya başIamıştı. Türk burjuvazisi bu sebeple askeri vesayeti gereksiz kılacak bir şartları yaratmaya çalıştı: Kürd ulusal hareketini askeri operasyonlar aracılığıyla yok etme çabalarının başarısızlığa uğradığını kavradıktan sonra „Barış Süreci“ başlattı. Ve ekonomik istikrarı sağlayabilmek için özelleştirmeler ve işçi sınıfına saldırıları kapsayan neoliberal sürecin destekçisi oldu.
Erdoğan her ne kadar yasal olarak “tarafsız“ olma mecburiyeti taşısa da, tek başına AKP için seçim kampanyası yürütüyor. Bunu da açılışları bahane göstererek verimli bir şekilde gerçekleştiriyor. Konuşmalarında parlamenter sistemin elinden gücünün alınması gerektiğini belirten Erdoğan, bunu ekonomik ve politik istikrar temelinde açıklamaya çalışıyor. Sözde ülkenin istikrar sorunu parlamenter sistemden kaynaklanıyor. Başkanlık sistemi için AKP’nin Mecliste ihtiyaç duyduğu en az koltuk sayısı 330. Böylelikle AKP bu modeli tek başına referanduma sunacak güce sahip olmayı amaçlıyor. Bu sırada Erdoğan darbe rejiminin bir ürünü olan %10 barajına özellikle bu seçim periyodunda sıkıca sarılmış gözüküyor.
Türkiye, başkanlık sistemi tartışmaları ile rejimin bonapartistleşmesi yolunda niteliksel bir dönüşümün eşiğinde bulunuyor. Otoriter rejime karşı demokratik mücadeleye olan yönelim, HDP’nin seçimde toplumun bir çok kesiminden destek almasını sağlıyor.
„Ezilenlerin Partisi“?
HDP şüpheye mahal bırakmaksızın seçimlerin en ilginç fenomeni konumunda. Mayıs 2015 anketlerine göre HDP’nin barajı aşmaya epey yakın olduğu görülmekte. Geçen yaz Cumhurbaşkanlığı seçiminde %9,76 oy alan, HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş seçim sürecinde Erdoğan’ı doğrudan hedef alarak, büyük sempati topladı. “Seni başkan yaptırmayacağız!“ sloganı HDP seçim çalışmalarının merkezi konumunda.
HDP yeni bir oluşum. 2011 genel seçimlerinden önce Kürt partisi BDP, radikal demokratik programını ülkenin tamamına yaymak amacıyla bir çok sol ve emekçi örgütleriyle beraber seçim ittifakı yapmıştı. Bu seçim ittifakı doğrultusunda kurulan HDK, 2012 yılında partileşme sürecine girerek HDP’yi kurdu. Kürtlerin, Türklerin, Ermenilerin, Alevilerin, sendikaların, LGBTI-bireylerinin, çevre aktivistlerinin ve demokratik islami oluşumların yer aldığı HDP’nin programı esas olarak kültürel ve demokratik hak mücadelesine dayanıyor. Bu programı ise üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunmadan kuramsallaştırılan öz yönetimlere dayanan “demokratik özerklik“ ile sunuyor.
HDP genel seçimlerde ayrıca Kürd burjuvazisinden adaylar da göstermiş durumda. Bu seçim taktiğinin iki yönü bulunmakta: Kuzey Kürdistan bölgesinde genellikle islami ve burjuva adaylar ile çalışma yapan HDP, AKP’nin tabanını kazanmayı hedefliyor. Türkiye coğrafyasında ise genellikle sol, feminist ve seküler çevreden adayları bulunan HDP’nin amacı gerek sol çevrelerden ve CHP tabanından oy toplayabilmek gerekse Türkiye partisi olduğunu kanıtlayabilmek. Bu pragmatik taktik herhangi bir ilkeye sahip değil. Bu taktikle esas amaç parlamentoda yer bulup, rejim içinde reform çalışmaları yapmak. İşçi sınıfının ve ezilenlerin bağımsızlığından bu amaçla feragat eden HDP’nin ilerici çizgisinin sınırları bu temelde netleşiyor.
Sınıf mücadelesinde HDP’nin rolü
HDP’nin seçim bildirgesinin sendikal hak ve özgürlükler kısmında işçi sınıfının çıkarlarının ele alındığı görülmekte. Grev hakkının yasal güvenceye alınması, sendikalar içinde taban demokrasisine sahip düzenlemeler, sendika yöneticilerinin ortalama vasıflı işçi maaşına sahip olması ve ve her daim geri çağırabilmesi kesinlikle önemli noktalar. Lakin bu talepler HDP’nin işçi mücadelelerine sadece sembolik düzeyde verdiği katkı göz önünde bulundurulduğunda salt kağıt üzerinde kalıyor. Seçim bildirgesinde özelleştirmeleri durdurma sözü veren HDP, bunun hangi temelde gerçekleşeceğini ya da hali hazırda özelleştirilmiş olan kamu kuruluşlarına karşı nasıl bir çalışma yapacağını açıklamıyor. Özellikle işçi sınıfına ağır saldırılan yaşandığı dönemde HDP bir kez olsun genel grev için çalışmada bulunmadı. Metal sektöründeki işçiler kahramanca mücadele ederken, HDP salt sembolik destek vermekle yetindi.
HDP’nin ulusal konuya bakış açısı Kürd hareketinin 21. yüzyılın başından itibaren izlediği yol ile eşdeğer. Sınıfsal pozisyondan bağımsız olarak devletin kendisini reddeden hareket, „barış görüşmeleri“ ile demokratik özerkliğe ulaşmanın peşinde. Bu yolda HDP Kürt burjuvazisine ve Türk burjuvazisinin sözde demokratik kanatlarına güvenmekte. Bu sebeple HDP işçi mücadelelerinde aktif bir rol oynamaktan kaçınmakta. Fakat HDP’nin es geçtiği konu epey mühimdir: Kürt hareketinin merkezi taleplerinden hiçbirini yerine getirmeyen ve Türk devleti tarafından askeri veya yargı yoluyla tekrar tekrar dondurulan „barış süreci“ sadece dikte süreci anlamını taşımaktadır. Son olarak güncel genel seçim sürecinde hükümet görüşmeleri bir kez daha sonlandırma kararı aldı. Böyle bir „barış“ geldiği takdirde bile, bundan sadece Kürdlerin elit kısmı yararlanacaktır. Kürt halkının çoğunluğunun yaşadığı sömürü, açlık ve baskı devam edecektir.
HDP’nin bir diğer özelliği ise antiemperyalist bir programa sahip olmayışıdır: Her ne kadar bölgede askeri müdahalelere karşı çağrıda bulunmasa da, bunu önleyici çalışmaları muğlaklıktan öteye geçemiyor. Kürt hareketinin bu çelişkisi demokratik mücadelesi için uluslararası düzlemde bir destek arayışında olmasından kaynaklanıyor. Fakat bu arayış sırasında Kürt hareketi emperyalizmin kanlı karakterini gözden kaçırmakta: Orta ve Yakın Doğu’nun içinde bulunduğu sıkıntıların esas sorumlusu emperyalizmdir. Özellikle batı ve güney Kürdistan’da ortaya çıkan İŞİD barbarlığı da emperyalist politikaların doğrudan bir ürünüdür. HDP’nin Kürt halkının realitesinin tanınması için verdiği mücadelede emperyalizme net duruş alamaması, şavaş koşulları altında hiçbir verimliliğe ulaşamaz. Bilakis hareketin halen kriminal olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, kitlesel mücadelelerin doğrudan saldırıya uğradığına ve hareketi ikilemde bıraktığına şahit olduk. Kobane için verilen mücadele sırasında HDP’nin Kürt halkını Türk devletinin rolünü teşhir ederek seferberliğe çağırdığı süreçte buna tanık olduk.
Her ne kadar HDP’nin stratejik yönelimi parlamentarist ve reformist olsa da, Syriza ve Die Linke(Sol Parti) ile eş tutmak hata olur. HDP’nin ulusal soruna olan yönelimi ve Türk devleti içindeki pozisyonu onu diğerlerinden ayırmakta: HDP’nin hükümete ortak olma veya tek başına kurabilme gibi bir durumu henüz yok. Yapılan çalışmalar Erdoğan’ın otoriter rejimine karşı mecliste yer almanın, Kürt halkının ve diğer ezilenlerin mecliste temsiliyetine ulaşmasının ötesine geçmemekte. HDP kendisini – halen – ezilenlerin partisi olarak tanımlıyor. Syriza ise kapitalist devletin temsiliyetini üstlenerek, sağ popülist ANEL ile koalisyon kurarak ve Alman kemer sıkma politikalarına karşı teslimiyet bayrağını çekerek başka bir yol izlemekte. HDP yarı sömürge ülkede ezilen azınlığın reformist partisi konumda iken, Alman Sol partisi emperyalist bir ülkenin kemer sıkma ve savaş politikalarına destek veren sosyal şoven bir parti konumundadır.
Bonapartistleşme ile nasıl mücadele edilmelidir?
Kürd halkının ve toplumun diğer ezilen kesimlerinin mecliste temsiliyet hakkına ulaşması elzemdir. Cunta yasasının ürünü olan anti-demokratik %10 barajı kaldırılmalıdır. Bunun yanı sıra seçimlerde AKP’nin istediği koltuk sayısına ulaşması için yolsuzluklar ve hırsızlıklara başvuracağı kesin bir durumdur. %10 barajının kaldırılması ve herhangi bir oy hırsızlığına karşı politik genel grev perspektifi bulunan bir demokratik kampanya düzenlenmelidir. HDP’nin mecliste yer alması işçi düşmanı AKP’nin zayıflamasına ve belki de AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelleyecektir. Bu koşullar doğrultusunda bir çok sol ve işçi kesmi genel seçimlerde oylarını HDP’den yana kullanacaklar.
HDP’nin bir çok talebi ilericidir: İşçilere, kadınlara, LGBTI-bireylerine, Kürtlere, Alevilere ve diğer azınlıklara karşı yapılan saldırılara karşı gelmesi önemlidir. Lakin bu ilerici taleplerin salt mecliste yerine getirilemeyeceği apaçık ortadadır. Sınıf uzlaşmacı ve reformist programa sahip olan HDP, işçileri, solu ve ezilenleri AKP hükümetiyle olan diplomasi yüzünden Gezi direnişinde ve güncel Metal grevlerinde olduğu gibi yarı yolda bırakacağı eğilimi kuvvetle görülmektedir. Bunun haricinde HDP’nin parlamentarist yönelimi, Erdoğan’ın bonapartistleşme amaçları doğrultusunda MHP ile görüşmelere başlamayacağını garanti edemez. Bu görüşme işçilere ve ezilenlere yeni saldırılar getirmekten başka bir kaygı gütmeyecektir.
Her ne kadar HDP’nin barajı aşıp meclise girmesi başkanlık sistemi projesini zorlaştırsa da, otoriter rejime karşı esas mücadele iş yerlerinde ve sokaklarda verilmelidir. Bunun için ezilen ve ezeni barıştırmaya çalışan demokratik bir partiye ihtiyaç yoktur. Esas gereksinim işçilerin devrimci partisidir. Bizler böyle bir devrimci partinin şu dönemde Türkiye’de var olmadığını ama kurulmasının büyük bir gereksinim olduğu düşüncesindeyiz. Grev hakkının kazanılabilmesi, işçi katliamlarına son vermek için, sendikaları işbirlikçi bürokratlardan kurtarmak için, prekaryalaşmayı durdurmak için ve özelleştirilen iş yerlerinin işçi kontrolü altında kamulaştırılması için devrimci bir parti gereklidir. İşçi sınıfı grev ve işgal gibi kendi mücadele yöntemlerine güvendiği takdirde, Erdoğan’ın sistemini paramparça edebilir. Bu sebeple Metal sektöründeki grevlerin desteklenmesi, diğer iş alanlarına yayılması ve sendikalar içinde anti-bürokratik çalışma gruplarının kurulması mecburi adımlardır.
İşçilerin Devrimci Partisi
Kürd halkının sömürüden ve baskıdan kurtulmasının yolu ne yazık ki barış sürecinden geçmiyor. Bunu ancak Türkiye’de ve Kürdistan’da kurulacak işçilerin devrimci partisi gerçekleştirebilir. Böyle bir partinin programında koşulsuz şartsız ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi yer almalıdır. Bu sadece Türk devleti sınırları içinde özerklik öneren bir madde değil, ulusal bağımsızlık hakkını da desteklemelidir. Devrimciler Türkiye’de, emperyalist ülkelerde ve Kürdistan’da kapitalist sınıflara karşı ezilenlerin bütün demokratik taleplerini tutarlı bir şekilde desteklemelidir. İşçilerin bağımsız bir perspektife ihtiyacı var. Yakın ve Orta Doğu’da cani rolüne sahip olan emperyalizmin bölgeyi yüz yıldır talan etmesine karşı, Yakın ve Orta Doğu’nun sosyalist federasyonuna ihtiyaç vardır.
Türkiye’deki her alanda etkisini hissettiren krize karşı kuvvetli bir cevap ihtiyacı bulunmakta. Bu cevabı bize burjuva seçim sisteminin veremeyeceği çok açıktır. Bu yüzden bizler Erdoğan’a sadece “Seni başkan yaptırmayacağız“ demenin ötesinde “Senin sistemini yıkacağız!“ da diyoruz. Başkanlık sistemi için planlanan referanduma karşı, bizler bağımsız kurucu meclis çağrısı yapıyoruz. Türkiye’de yaşayan her bireyin seçimi ve azınlığın doğru orantılı temsiliyeti ile demokratik sorunların haricinde, işçi sınıfının sosyal talepleri ve Kürd halkının kendi kaderini tayin hakkı için gerekli karar mekanizmalarına sahip olacak bu türlü bir meclisin kurulması gerekmektedir.